Kimdir – Bıçakcı Celal Baba https://bicakcicelalbaba.com Resmi Web Sitesi Fri, 31 May 2019 05:39:10 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.4.3 Hz. Peygamber’in Güvenilirliği https://bicakcicelalbaba.com/hz-peygamberin-guvenilirligi/ Fri, 31 May 2019 05:39:10 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=948
Hz.  Peygamber’in hayatını incelediğimizde; risaletiyle birlikte başlayan toplum liderliği vefatına kadar devam etmiştir. O, risalet öncesi hayatında ve peygamber olarak gönderildikten sonra da içinde bulunduğu toplumda güvenilen bir insan olarak yaşamış ve bundan dolayı da kendisine Muhammed el-Emin denilmiştir.
Güven, birine veya bir şeye bel bağlama, kişinin kendisine duyduğu itimat, cesaret, yüreklilik, yiğitlik ve emniyet anlamına gelir. Güven vermek, güven duygusu uyandırmak, itimat telkin etmektir. Güven ve güvenirlilik kapsamında Hz.  Peygamber’in hayatını incelediğimizde; risaletiyle birlikte başlayan toplum liderliği vefatına kadar devam etmiştir. O, risalet öncesi hayatında ve peygamber olarak gönderildikten sonra da içinde bulunduğu toplumda güvenilen bir insan olarak yaşamış ve bundan dolayı da kendisine Muhammed el-Emin denilmiştir. el-Emin, inanılan, güvenilen ve mutemet kişi anlamına gelmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber söz ve davranışlarıyla risalet öncesi ve sonrası hayatında farklı bir hayat tarzı takip etmemiş, hele hele risalet öncesi hayatındaki söz ve davranışları, risaletiyle birlikte getirdiği prensiplerle asla tezat teşkil etmemiştir.
Hz. Peygamber’in doğumuyla birlikte başlayan aile içindeki huzur, sütannesinin yanında aile bireyleriyle ve bilhassa süt kardeşleri arasında sıcak ve samimi bir arkadaşlığa, muhabbet ve güvene dönüşmüştür. Hz. Muhammed (sav), Benu Sa’d yurduna taşradan getirilen bir çocuk olarak ailede problem oluşturmamış aksine ailenin Hz. Muhammed (sav)’e, davranışları ve arkadaşları arasında ortaya çıkan belirgin özellikleri sebebiyle daha fazla hassasiyet  göstermesine sebep olmuştur. Hatta ailenin Hz. Muhammed (sav)’e duyduğu sevgi ve muhabbet; belli bir zaman sonra annesine teslim edilmesi gereken çocuğun, bir müddet daha sütannesinin yanında kalmasını sağlamıştır.
Çocukluk döneminde annesinin yanında bulunduğu yıllarda ve O’nun vefatıyla birlikte dedesinin himayesinde geçirdiği günlerde Hz. Muhammed (sav)’e karşı ihtimam gösterilmiş ve O’nun davranışları da çevresindekilere güven telkin etmiştir. Nitekim dedesinin yanında  bulunduğu yıllarda Abdülmuttalib Kâbe’nin gölgesine serilen serginin üzerine çıkarak otururdu. Hz. Muhammed de dedesinin oturduğu sergiye çıkar ve dedesinin yanına oturmak isterdi. Amcaları çocuğu buradan uzaklaştırmak istedikleri zaman dedesi müdahale ederek; “Oğlumu bırakın, O’nun ileride şanı yüce olacaktır.” diyerek O’nun değerini ve O’na olan güvenini ifade ederdi.
Hz. Peygamber çocukluk yıllarında amcasının kısıtlı olan gelirine destek olmak için Mekkelilerin koyunlarını belli bir ücret karşılığında gütmüştür. O’nun, amcasına yük olmamak için yaptığı bu davranışı, yani çobanlık yaparak para kazanması hem toplumun hem de ailenin güvenini kazanmasına sebep olmuştur. Yine toplumdaki gelişmelerden uzak kalmayan Hz. Peygamber, yaşının verdiği sorumluluk ile toplumdaki zulüm ve haksızlığı engellemek için Mekke’de toplanan Hılfu’l-Fudul’a katılmış ve toplumdaki huzur ve güven ortamının sağlanmasına katkıda bulunmuştur.
Hz. Muhammed gençlik yıllarını da toplumun güvenine layık olarak geçirmiş ve O’nun, bu dönemde meydana gelen bir takım olumsuz olayların içinde yer almayışı toplumun O’na olan güvenini daha da artırmıştır. Nitekim bunun sonucu, Muhammed el-Emin olarak tanınan genç Muhammed, 25 yaşlarında iken bu sıfatı ile de Hz. Hatice’nin güvenini kazanmış ve onun kervanını Şam’a götürmüştür. Yanında Hatice’nin kölesi Meysere’nin de bulunduğu Muhammed (sav)’in bu ticari faaliyetindeki dürüstlüğü, Hz. Hatice’nin O’na evlilik teklifine sebep olmuştur.
Hz. Peygamber 35 yaşına geldiğinde yağan yağmurlardan dolayı tahrip olan Kâbe’nin tamirinde Haceru’l-Esved’in yerine konulmasında yaptığı hakemlik görevi ile Kureyş toplumunu büyük bir kavgadan ve tehlikeden kurtarmış ve Hz. Peygamber’in hakemliği bütün Kureyş’i sevindirmiştir.(1) Rasûlullah’ın hakemliğine Kureyş’in rıza göstermesi ve sevinmesi O’na olan güvenlerinin sonucudur.
Rasûlullah’ın cahiliye toplumundaki üstün ahlakı, doğruluğu, dürüstlüğü ve güvenilirliği, O’nun Muhammed el-Emin olarak anılmasına sebep olmuştur. Rasûlullah’ın bu güvenli hayatı, Hira’da kendisine Alak sûresinin ilk âyetlerinin bildirilmesiyle yeni bir döneme girmiştir. O’nun risaletle görevlendirilmesi, Cenâb-ı Hak nezdindeki itibarını ve insanlar arasındaki güvenilirliğini açıkça ortaya koymaktadır.
İşte Rasûlullah’ın cahiliye toplumundaki üstün ahlakı, doğruluğu, dürüstlüğü ve güvenilirliği, O’nun Muhammed el-Emin olarak anılmasına sebep olmuştur. Rasûlullah’ın bu güvenli hayatı, Hira’da kendisine Alak sûresinin ilk âyetlerinin bildirilmesiyle yeni bir döneme girmiştir. O’nun risaletle görevlendirilmesi, Cenâb-ı Hak nezdindeki itibarını ve insanlar arasındaki güvenilirliğini açıkça ortaya koymaktadır. Şüphesiz Hz. Peygamber’in risalet hayatındaki başarısında, O’nun güvenilir olmasının payı büyüktür. Nitekim vahyin ilk yıllarında, aldığı görevin şoku içinde olan Rasûlullah’a eşinin söylediği şu sözler bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır; “Sen, yakınlarına yardım eder, aileni korur, hayatını şerefinle kazanır, başkalarına doğru yolu gösterir, yetimleri korur, sözün doğrusunu söyler, emanete riayet edersin…” Mekkeliler, kimseye teslim edemedikleri değerli eşyalarını O’na teslim etmişlerdir.(2)
Hz. Peygamber risalet öncesi dönemde putlardan nefret etmiş, putlar adına düzenlenen bayramlara kendiliğinden iştirak etmemiş ve onlar adına kurban kesmemiş, putlar üzerine yemin etmemiş ve Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyerek daha sonra peygamberliği döneminde getirdiği prensiplere aykırı davranışlarda bulunmamıştır. Bundan dolayıdır ki, Rasûlullah, peygamberliği döneminde geçmişiyle tenkid edilmemiştir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de bu konu şöyle dile getirilir: “Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”(3)
Hz. Peygamber aleni davetin ilk günlerinde; “Ey Muhammed! Artık sana buyrulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme!”(4)  âyetinin inzal buyrulmasından sonra kavmini Safa tepesinde toplayıp; “Size şu dağın ardından bir takım süvarilerin gelmekte olduğunu haber versem beni tasdik eder misiniz?” deyince onlar; “Biz Senin yalan söylediğini hiç bilmiyoruz.” diyerek Rasûlullah’ı tasdik etmek üzere iken basit hesaplar peşinde koşan bazı insanların tutumları, aleni davetin ilk günlerde arzu edilen hedefe ulaşmasına engel olmuştur. Bilhassa dikkat edilmesi gereken bir başka konu, güvenilirliği ile toplumun gönlüne taht kuran Hz. Muhammed (sav)’in davetini engellemek için toplumun ileri gelenleri ellerinden geleni yapmaktan geri durmamışlar ve hatta kendisinde bulunması mümkün olmayan sıfatları bile O’na isnat etmekten çekinmemişlerdir. Ancak O’nun geçmişini çok iyi bilenler O’nun dürüstlüğünü itiraf etmekten kendilerini alamamışlardır. Nitekim Nadr b. el-Haris; “Muhammed aramızda kendisinden memnun olduğumuz, doğru sözlü, emanete riayet eden birisi iken, bize peygamberliğini bildirince O’na sihirbaz dediniz. Hayır! Vallahi O, sihirbaz değildir…”(5)  diyerek Allah Rasûlü’nün güvenli bir kişi olduğunu ifade etmiştir. Yine Hz. Peygamber’in azılı düşmanlarından olan Utbe b. Rabia bile Rasûlullah’ın davasının basit bir dava olmadığını ve amacının ise dünyalık olmadığını dile getirmiştir.
Mekke Müşriklerinin, Rasûlullah’ın İslam daveti karşısında O’nu davasından vazgeçirmek için mal, mülk, makam ve mevki gibi dünyalık teklif etmeleri ve Rasûlullah’ın her defasında bu teklifleri reddetmesi, O’nun bu dünya nimetlerine meyletmemesi, Rasûlullah’ın hem davasının büyüklüğünü ortaya koymuş, hem de çevresindekilere güven telkin etmiştir. Yine Hz. Peygamber’in aleni davet sonrasında Müşriklerin eza ve cefası karşısında Habeşistan’a giden Müslümanları geri getirmek için Mekkelilerin gönderdikleri elçilerin Habeşistan Necaşisi ile görüşmeleri esnasında oraya çağrılan Müslümanların temsilcisi olan Cafer b. Ebî Talib’in; ” Ey Melik! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü kötülüğü yapan, akraba ile ilişkiyi kesen, komşuları gözetmeyen, zayıfları güçlüler tarafından ezilen bir topluluk idik. Allah, içimizden ailesini, doğruluğunu ve güvenilirliğini bildiğimiz birini bize elçi olarak gönderdi…” demesi Rasûlullah’ın kendi toplumu içindeki konumunu ortaya koymaktadır. Nitekim, Habeşistan Necaşisi de bu savunma neticesinde Müslümanları Müşriklere teslim etmemiştir.
Evs ve Hazreç iki kardeş kabile olmalarına rağmen barış adına ortaya atacakları teklif bile itimatsızlığa sebep olurken, Mekke’den gelen bir liderin etrafında toplanmaları O’na olan güvenlerinden dolayıdır. Rasûlullah, iki kardeş kabile arasındaki husumet ve güvensizliği ortadan kaldırdığı gibi muahat ile Müslümanlar, Medine sözleşmesi ile de burada yaşayan gerek Müslümanlar gerekse Yahudiler arasında birlik ve beraberliği sağlamaya çalışmıştır.
Hz. Peygamber her zaman; “Eğer (düşmanlar) barışa meylederlerse Sen de ona yanaş ve Allah’a güvenip dayan.”(6)  âyetine uygun hareket etmiş, Medine’ye geldiği günden beri gerek Medine içinde ve gerekse Medine dışında sulh yollarını deneyerek antlaşmalar yapmıştır.
Hz. Peygamber her zaman; “Eğer (düşmanlar) barışa meylederlerse Sen de ona yanaş ve Allah’a güvenip dayan.”(6)  âyetine uygun hareket etmiş, Medine’ye geldiği günden beri gerek Medine içinde ve gerekse Medine dışında sulh yollarını deneyerek antlaşmalar yapmıştır. Rasûlullah’ın bu barış girişimleri çerçevesinde Medine’deki Yahudiler ve Medine dışındaki komşuları Benu Damre, Müdlic, Gıfar ve Cüheyne oğullarıyla yaptığı antlaşmalar, karşılıklı güven duygusunun gelişmesini ve komşuluk ilişkilerinin devamını sağlamıştır. Hatta tarafların birbirlerine duydukları bu güven duygusu ticari faaliyetlerinin de hız kazanmasına sebep olmuştur.
Hz. Peygamber’in hicretin 6. yılında Mekke Müşrikleriyle yaptığı Hudeybiye Musalahasında dikte edilen ve görünüşte Müslümanların aleyhine gibi görünen maddeler, sulh adına imza altına alınmıştır. Ebû Cendel’in Hudeybiye’ye, Ebû Basir’in de Medine’ye gelerek yaptıkları iltica taleplerinin kabul edilmemesi, Rasûlullah’ın antlaşmalara sadakatini ortaya koymaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen Mekke Müşrikleri antlaşmaya ihanet etmişler, 10 yıl süreyle yapılan Hudeybiye Musalahası, 2 yıl sonra bozulmuştur. Hz. Peygamber, antlaşma gereği Müslüman olan Mekkelileri Medine’ye kabul etmezken, Mekke Müşriklerinin antlaşmaya sadakat göstermeyip Müslümanların müttefiki olan Huzaa kabilesine saldırmaları, tarafların barış anlayışını ortaya koymaktadır.
Hudeybiye Musalahasının sağladığı güven ortamı sonucu, davet mektubu gönderilen kabilelerin Medine’ye gelen temsilcileriyle Rasûlullah’ın konuşmaları o kadar samimi ve cana yakın oluyordu ki, çoğu kez diplomatik görüşmelerde akla gelen aşırı resmiyet ve donukluk, Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarında eriyip gidiyordu. Elçilerin ve heyetlerin, görüşmelerde Rasûlullah’a duydukları güven sonucu, onlar Medine’de günlerce kalabilmişler ve istedikleri zaman kabilelerine dönmüşlerdir.
Savaşlar esnasında sahabe, birkaç  misli  orduyla   karşılaşmakta  hiçbir  tereddüt  göstermemiş, en tehlikeli durumlarda bile Rasûlullah’ın yanından hiç ayrılmamıştır. Bütün bunlar ashabın O’na olan güveninin sonucudur. Rasûlullah komutanlarını uğurlarken; Allah’tan korkmalarını, savaş esnasında katliam, tecavüz, ihanet ve intikamdan uzak durmalarını, harp yapmaktan aciz vs. uzak olanlara karşı harp yapmamalarını, müjdeleyici ve kolaylaştırıcı olmalarını tavsiye etmiş. Özellikle kadınların, çocukların, ihtiyarların, sakatların, hasta olanların evlerine kapanıp silaha sarılmayanların emniyette olduklarını ifade etmiştir. Rasûlullah’ın tertiplediği gazve ve seriyyeler genellikle davetin önündeki engelleri kaldırmak, devlete yönelik tehlikelere engel olmak ve toplumdaki huzur ve güven ortamını temin etmek için yapılmıştır.
Rasûlullah döneminde, harp sonunda alınan esirler bile güven içinde olmuşlardır. Nitekim O’nun talimatıyla esirlere iyi muamele edilmiş, yedirilmiş, içirilmiş, giydirilmiş ve her türlü ihtiyaçları giderilmiştir.(7) Hatta Rasûlullah, harp anında ve harp sonunda eman isteyenlere eman vererek herkesin güven içinde olabileceğini göstermiştir. Nitekim Mekke Fethi günü öldürülmesini istediği kimselere istisnaları olmakla birlikte eman vererek onların hayatlarını bağışlamıştır.
Ayrıca Rasûlullah aile hayatı içerisinde yiyecek, içecek, giyim ve kuşamda temizliği ve mütevaziliği elden bırakmamış ve hayatında asla lükse yer vermemiştir. Bilhassa toplumda ihtiyaç sahiplerinin ön planda tutulmasını isteyerek; “Benim Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumun dışında bir gece yanımda bulunmasını ve ondan bir dinar kalmasını istemem.” buyurmuştur. Rasûlullah’ın bu tutum ve davranışları, ashabı tarafından o derece örnek alınmıştır ki, bunun sonucu olarak Medine, dünya ve ahiret saadetini isteyenler için örnek bir şehir olmuştur.
]]>
Hz. Peygamber’in İbadetleri https://bicakcicelalbaba.com/hz-peygamberin-ibadetleri/ Fri, 31 May 2019 05:38:23 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=946
İslam ahkamının bir kaynağı da Hz. Peygamber’in bizzat yaptığı ibadetlerdir. O farz, vacib, sünnet derecesindeki ibadetlerin yanı sıra, nafile ibadetleri de çokça yapmıştır. Hz. Peygamber günlük hayatını üç kısma ayırmış, bir kısmını ibadetlere, diğer kısmını kendisinin ve cemaatin işlerine, üçüncü kısmını da ailevi işlerine tahsis etmiştir.

Dindarlığın esasını iman vücuda getirirse de kalpteki imanın varlığını fiilen ibadetler ortaya koyar. Esasen insan, Allah’a ibadet etmek için yaratılmıştır. Bilindiği gibi İslam ahkamının bir kaynağı da Hz. Peygamber’in bizzat yaptığı ibadetlerdir. O farz, vacib, sünnet derecesindeki ibadetlerin yanı sıra, nafile ibadetleri de çokça yapmıştır.

Hz. Peygamber günlük hayatını üç kısma ayırmış, bir kısmını ibadetlere, diğer kısmını kendisinin ve cemaatin işlerine, üçüncü kısmını da ailevi işlerine tahsis etmiştir.

NAMAZLARI

İslam’ın beş şartından birisi, belki en önemlisi olan namaz, belirli fiil ve hususi rukünlerle Allah Teâlâ’ya kulluk etmektir. Namazın zahiri, birtakım hareket ve zikirden ibaret ise de gerçekte, ilmî her şeyi kapsayan Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazdan ibarettir. Beş vakit namaz hicretten bir buçuk sene önce miraçta farz kılınmıştır. Akil ve baliğ olan her Müslümanın yapması gereken farz-ı ayn bir ibadettir. Hz. Peygamber ümmetine öğrettiği namazı herkesten çok eda etmiş, onu gözünün nuru, gönlünün süruru olarak tavsif etmiştir.

Kaynaklarda, Hz. Peygamber’in pek çok nafile namaz kıldığı, hatta bu sebeple ayaklarının bile şiştiği, bunu sadece Allah’a şükreden bir kul olmak maksadıyla yaptığı nakledilmektedir.

Peygamberimiz, farz namazlarını, ashabının gözü önünde kılmış, miktar ve hususiyetleri herkes tarafından tesbit edilmiş ve öğrenilmiştir. Ancak O’na mahsus olan bazı nafile namazlar herkes tarafından aynı açıklıkla bilinmiyordu. O’nun nafile namazları gece kıldıkları, gündüz kıldıkları ve diğer bazı nafile namazlar olmak üzere üç gurupta incelenebilir:

a) Gece Kıldıkları Nafile Namazlar

Hz. Peygamber’in gece ibadetlerine başta hanımları olmak üzere, bazı yakınları ve bir kısım ashab-ı kiram da şahit olmuştur. Hz. Aişe, O’nun mutat gecelerinden birini tavsif ederken “… O, gecenin evvelinde uyur, son safhalarında ibadete kalkardı. Seher vakti girince vitir namazını kılar, sonra yatağına gelirdi…” demektedir.

İbn Abbas da Hz. Peygamber’in evinde misafir olarak kaldığı gecede gördüklerini şöylece dile getirir: “Gecenin yarısı yahut biraz öncesi veya sonrası idi. Rasûlullah yataktan kalktı. Ellerini yüzüne sürerek uykusunu dağıttı. Sonra Âl-i İmran sûresinin son âyetlerini okudu. Asılı duran su matarasından güzel güzel abdest aldı ve namaza başladı. Ben de kalktım. Abdest alarak sağ yanında namaza durdum. O, sağ elini başımın üzerine koyup okşadı. Sonra kulağımı hafifçe burdu. Sonra da, ikişer rekat olmak üzere, on iki rekat namaz kıldı. Sonunda da tek rekat namaz kılıp yattı. Müezzin sabah namazını kıldırması için kendisine durumu bildirince kalktı ve iki kısa rekat namaz kılıp mescide çıktı. Sonra da sabah namazının farzını eda etti.”

Hz. Aişe Rasûlullah’ın ömrünün son senesinde oturarak namaz kılmaya başladığını, kıraatından 30 veya 40 âyet kaldığında ayağa kalkıp okuduğunu ve öylece kıldığını anlatmaktadır.

Secdelerinin ve kıyamlarının uzunluğu göz önünde tutulursa, Hz. Peygamber’in her gece bir saatten fazla ibadet yaptığı söylenebilir.

b) Gündüz Kıldığı Nafileler

Hz. Peygamber gündüz boyunca da birçok nafile namaz kılmaya devam etmiştir. Öğlenin farzından önce dört sonra iki, akşamın farzından sonra iki, yatsının farzından sonra iki rekat namaz kılmıştır. Özellikle, sabahın farzından önce kılınan iki rekat sünnetin yerinin daha büyük olduğu nakledilmektedir. Bu namazlar müekked sünnet denilen hemen hemen hiç ihmal etmeksizin çoğunlukla kıldığı namazlardır. Gayri müekked diye vasıflandırılan namazlar ise bazı kere yaptığı üzere, ikindinin ve yatsının farzından önce kılındığı dört rekat namazlardır.

Mescide girildiğinde kılınan tahiyyatü’l-mescid isimli iki rekatlık namaz da nafile ibadetler cümlesindendir. Bu namazların yanında Hz. Peygamber’in, kuşluk namazı diye bir namaz kıldığından da söz edildiği de görülmektedir.

c) Kıldığı Diğer Nafile Namazlar

Yukarda izah edilenlerin dışında Rasûlullah, teravih namazı ve çeşitli vesilelerle başka nafile namazlar da kılmıştır. Mesela yağmur duası ve namazı zikredilebilir. Güneş tutulduğu zaman da 2 rekatlık bir namazı cemaatle kılmıştır. Ayrıca ay tutulması sırasında da nafile namaz kılınmıştır.

Yolculuktan döndükten sonra 2 rekat bir namaz kılmak da müstehab sayılmıştır. Rasûlullah’ın böyle bir namazı kıldığı rivayet edilmektedir. Bu nafile namazlar arasında tesbih namazı isimli bir namaz da vardır. Bu arada istihare namazının varlığından söz edilmektedir. Akşamın 2 rekat sünnetinden sonra onu 6’ya tamamlamak hususunda da hadisler vardır. Fakat salâtu evvâbîn (tevbe edenlerin namazı) denen bu namazı ifade eden hadisler zayıftır. Ancak bu gibi fazilet sayılan yerlerde zayıf hadislerle amel edilebilir.

Güzel bir sese sahip olan Hz. Peygamber, daima o güzel sesi ile Kur’ân-ı Kerim’i okumuş ve onun emirlerini ilk önce kendisi tatbik etmiştir. Hz. Peygamber Kur’ân-ı Kerim’i bir çok usûl dahilinde okumuş ve öyle okunmasını tavsiye etmiştir. Bunlardan birisi de onu tertil ile okumaktır. Tertil, dura dura, anlaya anlaya okumaktır. Nitekim Ümmü Seleme, Hz. Peygamber’in okumasının bu şekilde olduğunu şöylece izah eder: “O’nun kıraati açık, tane tane ve harf harf idi.”

KUR’ÂN OKUMALARI

Kur’ân sadece okunmak için inmemiştir. O, bir hayat kitabıdır. Onu Rasûlullah hayata tatbik etmiştir. Zira Rasûlullah’ın ahlakı Kur’ân’dı. Kur’ân’ın emrettiğini yapmış, yasakladığından da kaçınmıştır.

Güzel bir sese sahip olan Hz. Peygamber, daima o güzel sesi ile Kur’ân-ı Kerim’i okumuş ve onun emirlerini ilk önce kendisi tatbik etmiştir. Hz. Peygamber Kur’ân-ı Kerim’i bir çok usûl dahilinde okumuş ve öyle okunmasını tavsiye etmiştir. Bunlardan birisi de onu tertil ile okumaktır. Tertil, dura dura, anlaya anlaya okumaktır. Nitekim Ümmü Seleme, Hz. Peygamber’in okumasının bu şekilde olduğunu şöylece izah eder: “O’nun kıraati açık, tane tane ve harf harf idi.” Bu okuyuş müstehabdır. Hatta Kur’ân’ın manasını anlamayan yabancı kimse bile böyle okumalıdır. Zira bu okuyuş şekli Kur’ân’a daha çok hürmeti icab ettirdiği gibi, hızlı okuyuştan kalbe daha tesirlidir.

Güzel ses ile Kur’ân’ı okumak makbuldür. Nitekim Abdullah b. Muğaffal: “Hz. Peygamber’in devesinin üzerinde el-Feth sûresini yumuşak bir kıraatle tercî yaparak okuduğunu duydum.”der. Tercî, makamla okuyanların kıraatlarında olduğu gibi, sesi boğazda döndürmektir. Bir çeşit güzel okuyuştur.  Hz. Peygamber Kur’ân’ı sesinizle süsleyiniz  buyurmuştur.

Diğer bir okuyuş usûlü de, Kur’ân-ı Kerim’i hüzünle okumak ve öylece dinlemektir. Hz. Peygamber onu hüzünle okumuş ve öylece de dinlemiştir. Abdullah b. Mesud der ki: “Hz. Peygamber, bana “Kur’ân oku, dinleyeyim” dedi. Ben de “Nasıl olur? Kur’ân sana iniyor; ben sana nasıl okuyayım?” dedim. O, “Evet” dedi. Ben de “en-Nisâ sûresini” okudum. Ta ki “fekeyfe izâ ci’nâ minkülli ümmetin…” âyetine kadar okudum. O, “yeter” dedi. Bir de ne göreyim, o sırada O’nun gözlerinden yaşlar akıyordu.”

Hz. Peygamber Kur’ân-ı Kerim’i bazen gizli, bazen de sesli olarak okumuştur. Hz. Aişe, Hz. Peygamber’in Kur’ân-ı Kerim’i hem gizli, hem de sesli okuduklarından bahseder.

Hz. Peygamber Kur’ân-ı Kerim’den her gün bir miktar okumuş, hepsini kısa bir müddet içerisinde hatmetme yoluna girmemiştir.

Kur’ân-ı Kerim okumaktan maksat, sadece terennüm değildir. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde: Seni fenalıktan men ettiği müddetçe Kur’ân’ı oku, eğer kötülükten alıkoymuyorsa Kur’ân okumuş sayılmazsın. buyurmaktadır. Ayrıca, Kur’ân’ın haram ettiği şeyleri helal tanıyan, Kur’ân’a iman etmemiştir.” hadisleri de, asıl olanın Kur’ân’ı tatbik etmek olduğunu göstermektedir.

Efendimiz en çok Şaban ayında oruç tutardı. Ekseriyetle pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmuştur. Ayrıca her ayın 13, 14, 15. günleri de oruç tutmuşlardır. Ayrıca Aşura günü ve Şevval ayında da oruç tutmayı tavsiye etmişlerdir.

ORUÇLARI

Bilindiği gibi Ramazan-ı Şerifte oruç tutmak, İslam’ın şartlarından biridir. Ramazan orucu, hicretten bir buçuk sene sonra, Şaban ayının 10. günü farz kılınmıştır. Hz. Peygamber bu tarihten itibaren aralıksız dokuz defa Ramazan orucunu tutmuştur.

Kaynaklarda Hz. Peygamber’in farz oruçla yetinmeyip, daha başka nafile oruçlar da tuttuğu da nakledilmektedir. O, en çok Şaban ayında oruç tutardı. Ekseriyetle pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmuştur. Ayrıca her ayın 13, 14, 15. günleri de oruç tutmuşlardır. Ayrıca Aşura günü ve Şevval ayında da oruç tutmayı tavsiye etmişlerdir.

ZEKAT VE HACCI

Zekat, mali bir ibadet olup, hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır. Zekat, bir malın muayyen bir miktarını (mesela kırkta birini) bir zaman (mesela bir sene) sonra, hakkı olacak olan bir kısım Müslümanlara Allah rızası için tamamen temlik etmektir.

Bilindiği gibi Hz. Peygamber mal biriktirmemiştir. Bu sebeple kendine zekat farz olacak kadar malı olmamıştır.

Hac, hem bedenî hem de mali bir ibadettir. Hac, Arafat’ta ona mahsus vakitte durmaktan ve usûlü dairesinde Kâbe’yi ziyaretten ibarettir. Umre ise senenin her mevsiminde yapılabilir ve Kâbe’yi tavafla, Safa ile Merve arasında say etmekten ibarettir.

Hz. Peygamber, hicretten sonra hepsi de Zilkade ayında olmak üzere, dört defa umre, hicretin onuncu yılında olmak üzere bir kere de hac yapmışlardır.

DUALARI

Hz. Peygamber’in bizzat okuduğu birçok dua vardır. O, yatarken, kalkarken, bir yere girerken, bir yerden çıkarken, çeşitli zamanlarda, çeşitli haller sebebiyle birçok dua okumuştur. Esasen dua yaparken bunlardan istifade etmek lazımdır. Ayrıca duaları uyanık bir kalple, üç defa tekrar etmek suretiyle yapmak lazımdır. Duaya bir zikirle veya salat-ü selamla başlamak ve öylece bitirmek kabulüne sebeptir.

]]>
Onların Ahlak Modeli Peygamberdi https://bicakcicelalbaba.com/onlarin-ahlak-modeli-peygamberdi/ Fri, 31 May 2019 05:37:41 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=944
Peygamberimiz’in ahlak modeli olması O’nun ahlaki değerler için model olmasından kaynaklanmaktadır. Kur’ân’ın hükümleri ve ortaya koyduğu değerler evrenseldir. Zaman ve mekana, şartlara göre değişmediği için rölativizmden uzaktır. Mutlak kurallar vaz’ ettiği için ahlaki şüphelerden de uzaktır. Bu ilahî mesaj insan için gelmektedir.

Değerler dinin yanı sıra akıl, duygu ve sezgi ile yani insanla temellendirilmektedir. Din dışında temellendirilen bu değer teorileri insana bağlı, O’nun duygu, akıl ve sezgi dünyasıyla ilgilidir. Bu sebeple insana bağlı temellendirmelerde, hem insanın kendisinin değişmesiyle hem de çeşitli yer ve zamanlardaki insanlardaki farklılık sebebiyle evrensel ahlaki değerlerden yani bütün insanları bağlayıcı genel geçer ahlaki doğrulardan söz etmek mümkün olmayacaktır. Bu, evrensel bir ahlaki değer teorisinin kurulamaması ahlaki şüpheciliği de beraberinde getirir. Çünkü ne zaman, nerede neyin doğru olduğunu hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz.

Evrensel ahlaki ilkelerden söz edebilmek için mutlak ahlaki değerlerden söz etmek gerekir. Ancak Mutlak bir Varlık ile temellendirilen ahlaki değerlerin mutlaklığından söz edilebilir. Din ile temellendirilen değer teorilerine göre ister sadece vahiyle belirlensin ister akılla bilinsin bütün değer hükümlerinin kaynağı Allah’tır. Kur’ân âyetleri iyiliğin, kötülüğün ne olduğunu betimleyici oldukları kadar iyi-kötü, doğru-yanlış, helal-haram, güzel-çirkin gibi olgulara değer koyucu hükümlerdir. Peygamberimiz’in hadisleri de söz, fiil ve takrir olarak Kur’ân anlayışı doğrultusunda değer biçen, değer koyan hükümlerdir. O’nun hayatı bütünüyle Kur’ân’ın değer biçen hükümlerinin nasıl anlaşılması, yorumlanması ve yaşanması gerektiğini gösteren bir bütündür. Dolayısıyla Peygamberimiz’in ahlak modeli olması O’nun ahlaki değerler için model olmasından kaynaklanmaktadır. Kur’ân’ın hükümleri ve ortaya koyduğu değerler evrenseldir. Zaman ve mekana, şartlara göre değişmediği için rölativizmden uzaktır. Mutlak kurallar vaz’ ettiği için ahlaki şüphelerden de uzaktır. Bu ilahî mesaj insan için gelmektedir. Ancak bir insan tarafından uygulanarak mesajın insan hayatında fonksiyonel hale getirilmesi gerekir. Yani Kur’ân ilkelerinin sosyal hayatta nasıl yorumlanacağı, nasıl uygulanacağı Peygamberimiz tarafından yaşanarak gösterilmiştir. Bu noktada Peygamberimiz’in örnekliğine ihtiyacımız vardır. Çünkü O’nun hayatını dinî değerlerin somutlaştırılıp, yaşantı haline dönüştürülmesi ya da rölatiflikten kurtulup objektiflik kazanması olarak mütalaa etmek mümkündür. Allah’ın buyrukları eyleme dönüştürüldüğünde nasıl bir insanın ortaya çıkacağını Hz. Peygamber’in şahsında açık, somut bir şekilde görebiliriz. Bu bakımdan O’nun hayatı İslamî değerlerin hayata geçirilmiş somut bir modelidir.

Ayrıca Kur’ân âyetlerine göre insanın varlık şartı olan değer duygusu ve inanma, varoluş yönünden insanın özünde mevcuttur ve dinî kurallardan öncedir. Yaratılıştan beri ahlak (iyi-kötü), din (kutsal olan-kutsal olmayan), sanat (güzel-çirkin) duygusu dolayısıyla bununla ilgili değerler her insanın ruhuna üflenmiştir. “…Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene...” (Şems 91/7-8) âyetleri değerlerin insana Allah tarafından var oluşuyla beraber verildiğine işaret eder. İnsan ilahî vahiyle bildirilen ve yaratılışında mevcut olan değerleri anlama, kullanma ve uygulama konusunda Peygamberi örnek alacaktır. Çünkü Peygamberimiz risalet öncesi özünde ahlaki değerleri yaşayan, risalet sonrasında da Kur’ân’ın değerlerini -ki bunlar aynı kaynaktan geldikleri için uyum içindedir- uygulayan bir ahlak modeli olmuştur. Allah mutlak iyi olduğu için O’nun rızasını kazanmak için yapılan eylemler de buna uygun, mutlak iyiye layık olmalıdır. Bu sebeple Peygamberimiz davranışlarımızda “Allah rızasını” kazanmayı hedeflemiştir. O’nun rızasını kazandırmayan her gaye, her davranış değersizdir. O halde İslam ahlakında en yüksek değer Allah’ın rızasını kazanmak, en değerli eylem O’nun rızasına uygun eylem olmaktadır.

Peygamberimiz’in davranışları ele alındığında O’nun insanlara hitabında, davranışında iyilikle hareket ettiği, her zaman doğruyu söylediği, aynı zamanda bu iyi ve doğru davranışlarını güzel bir şekilde gerçekleştirdiği görülür. Bilhassa Medine dönemi, yeni bir sosyal hayat ve düzen sağlayan değerlerin uygulamaya dönük yönünün Peygamberimiz aracılığıyla yaşandığı bir dönem olmuştur. Yeni değerlere adapte olmak, uygulamada karşılaşılan güçlükleri aşmak Peygamberimiz’in bizzat bunları uygulamasıyla mümkün olmuştur.

Kur’ân’da sık sık “inananlar ve salih amel işleyenler“den söz edilmektedir. Buradaki “salih amel” terimi bazen iyi, bazen güzel, bazen helal veya sevap, bazen de doğru davranışı ifade etmek için kullanılmaktadır. Salih amelin ahlaken iyi, bilgi bakımından olgulara uygun, estetik açıdan da güzel olan davranışlar için kullanıldığı anlaşılır. Bu üç özelliği bünyesinde barındıran davranışlar “salih amel” statüsündedir. Nitekim Peygamberimiz’in davranışları ele alındığında O’nun insanlara hitabında, davranışında iyilikle hareket ettiği, her zaman doğruyu söylediği, aynı zamanda bu iyi ve doğru davranışlarını güzel bir şekilde gerçekleştirdiği görülür. Güzellikten yoksun bir davranış iyi olarak değerlendirilemez.

Bilhassa Medine dönemi, yeni bir sosyal hayat ve düzen sağlayan değerlerin uygulamaya dönük yönünün Peygamberimiz aracılığıyla yaşandığı bir dönem olmuştur. Yeni değerlere adapte olmak, uygulamada karşılaşılan güçlükleri aşmak Peygamberimiz’in bizzat bunları uygulamasıyla mümkün olmuştur.

Peygamberimiz’in değerleri yaşaması ve uygulamasıyla ilgili pek çok örnekten söz edilebilir. Ancak O’nu kendisine model alan sahabelerin hayatındaki değişimler son derece dikkat çekicidir. Peygamberimiz’in hayatını İslamî değerleri yaşama ve uygulamada kendilerine model alan sahabelerdeki değişimlere Hz. Ömer’in hayatı örnek verilebilir. Gerçekten de ondaki değişim çok etkileyicidir. Hz. Ömer’in İslam’la tanışmadan önceki hali tarih kitaplarında son derece sert, katı, merhametsiz, acımasız bir kişilik olarak geçer. Ancak zamanla müthiş bir değişim gerçekleşmiştir. Ahlak insanların bir anda kazandıkları bir şey olmayıp zamanla alışkanlıklar sonucu elde ettikleri yeni huylar olduğu için o, bu uzun yıllar boyunca Peygamberimiz’i kendisine rehber edinerek İslâmî değerleri benimseme, özümseme süreci geçirmiştir. Bu içselleştirme sürecinin sonuçları Halife Ömer’in kişiliğinde bariz bir şekilde görülür. Mağrur Ömer gitmiş, fakir kadının un çuvalını sırtında taşıyan mütevazı Halife Ömer gelmiştir. Sert, katı, acımasız Ömer gitmiş, merhametli, ağlamaktan çekinmeyen Ömer gelmiştir.

Günümüzde bize düşen varoluşumuzda Allah tarafından fıtratımıza da verilen ve Kur’ân’da belirtilen İslam’ın değerlerini iyi kavramak, onların nasıl yaşanacağını, sosyal hayatta ne şekilde uygulanacağını Peygamberimiz’in hayatındaki somut örneklerle incelemek ve ona uygun yaşamaya çalışmaktır. Böylelikle İslam’ı ve Peygamberini hakkıyla anlar, kuru taklitçilikten kurtuluruz.

]]>
Hz. Peygamber’in Kulluğu https://bicakcicelalbaba.com/hz-peygamberin-kullugu/ Fri, 31 May 2019 05:37:08 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=942
Namaz fiillerinde, Allah Rasûlü’nün, örnek alınması farzdır, şöyle ki: Kur’ân-ı Kerim’de namaz kılmak emredilir, fakat onun nasıl mükemmel bir şekilde ikame edileceği, rekat sayıları, içlerinde okunan dualar, namazın vakitleri gibi ayrıntılar yalnızca Peygamberimiz’in büyük bir sahabe ve tabiûn topluluğu tarafından (yani tevatüren) nakledilen fiilleri ve sözleriyle öğrenilmiştir.

Hz. Peygamber, ibadetlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmiş ve inananlara göstermiştir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in kulluğu ve ibadetlerine bakıldığında ana hatlarıyla şu hususlar görülebilir:

  1. Hz. Peygamber’in ibadetleri hakkında Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde durduğu en önemli özellik O’nun ihlasla ibadet etmesidir:
    “De ki: din ve ibadetimi yalnızca Allah’a has kılarak, ihlasla-gönülden O’na kulluk etmem emredildi.Hayır, Sen yalnız Allah’a kulluk et ve O’na şükredenlerden ol.” âyetlerinde üzerinde durulan kulluktaki ihlas, kalbin her türlü şirk ve riyadan arındırılması, gönlün Allah’ın dışındaki bütün her şeyden temizlenerek O’na ibadet edilmesidir.
    Allah’ın bir olması ve dinin sadece O’na has kılınarak ihlasla ibadet edilmesi sadece dille söylenen bir söz değildir. İnsanın kalbinde tasavvur ve inanç olarak başlayıp, hem fert hem de toplum hayatını içine alan mükemmel bir hayat tarzıdır.
  2. Hz. Peygamber’in ibadetlerinde hiç kesilmeyen bir istikrar ve devam söz konusudur:
    Sana yakîn (kesin bilgi veya ölüm) gelinceye kadar Rabbine kullukta bulun.” âyetinde yakın ifadesi ölüm vakti şeklinde tefsir edilir. Kulluk, insanın bütün ömrü boyunca devam eden, gelişen ve muvaffakiyetle bitirilmesi gereken hayati derecede önemli bir sorumluluktur. “İbadetlerin Allah’a en sevimli ve güzel geleni az da olsa devamlı olanıdır.”   hadisi ibadetlerde esas noktanın devamlılık ve istikrar olduğunu ifade eder.
  3. Hz. Peygamber kulluğunu en yüksek seviyede ifa edebilme gayreti içindeydi: 
    Vefatına yaklaştığı anda bile namazı düşünmesi ve namaza gelmesi onun kulluğunu mükemmel bir şekilde yapmadaki titizliğini ve gayretini, namaz ve cemaatle ne derece bütünleşmiş olduğunu gösterir.
  4. Hadiselerin büyüklüğü ve korkutuculuğu; inkar edenlerin verdikleri veya verebilecekleri eziyet ve sıkıntılara karşı dayanak noktası olarak ibadet etmesi emredilmiştir:
    Rabb’inin hükmüne (gönül hoşluğuyla) sabret, onlardan hiçbir günahkâr veya inkarcıya sakın itaat etme! Sabah ve akşam Rabbinin ismini zikreyle, gecenin bir kısmına O’na secde eyle, gecenin uzun bir kısmında da O’nu tesbih eyle.
    Bu âyetlerde Allah Teâlâ, inkarcıların verdikleri eziyetlere dayanmasını ve asla onlara boyun eğmemesini emretmesinin hemen ardından, ona sabah ve akşam Rabbine ibadet etmesini emretmiş, onların verecekleri eziyetlere dayanmanın ancak ibadetlerle mümkün olacağına işaret buyurmuştur.
  5. Hz. Peygamber ibadetlerin cemaat halinde yapılmasına büyük önem vermiştir: 
    Kur’ân-ı Kerim’de ibadetlerin emredildiği âyetlerde onların cemaat halinde ifa edilmesi gerektiği üzerinde durulur: “Secde edenlerden ol.“, “Rükû edenlerle beraber rükû ediniz.” âyetlerinde secde ve rükün, topluluk halinde yapılması emredilmektedir.
    Namazların cemaatle kılınması insana çok büyük şeyler kazandırır. Bir hadiste Efendimiz, “Yatsı namazını cemaatle kılan, gecenin yarısını ibadetle geçirmiş gibidir; sabah namazını cemaatle kılan ise gecenin tamamını ibadetle geçirmiş gibi olur.”  buyurur.
  6. Beş vakit namaz ve teheccüd namazları O’nun kulluğunda çok önemli bir yer işgal etmiştir:
    Namaz fiillerinde, Allah Rasûlü’nün, örnek alınması farzdır, şöyle ki: Kur’ân-ı Kerim’de namaz kılmak emredilir, fakat onun nasıl mükemmel bir şekilde ikame edileceği, rekat sayıları, içlerinde okunan dualar, namazın vakitleri gibi ayrıntılar yalnızca Peygamberimiz’in büyük bir sahabe ve tabiûn topluluğu tarafından (yani tevatüren) nakledilen fiilleri ve sözleriyle öğrenilmiştir. Hz. Peygamber de “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de o şekilde kılınız.” buyurmuştur. İşte bu noktada Hz. Peygamber’in örnek alınması bütün Müslümanlar için kesin bir farzı ifade etmektedir.
  7. Hz. Peygamber farzların yanında nafile ibadetlere de çok önem vermiştir:
    Peygamberimiz’in ibadet hayatında en önemli örnek özelliklerinden birisi de farzları yerine getirmenin yanında farz olmayan ‘nafile’ ibadetlere de çok önem vermesidir.
    Mesela beş vakit farz namazın yanında sabah ile öğle arasında duhâ namazı; akşam ile yatsı namazı arasında evvâbîn namazı; yatsı ile sabah arasında kılınan teheccüd namazı kılıyordu. Ramazan orucunun yanında pazartesi ve perşembe oruçları gibi ibadetleri eda ediyordu.
]]>
Cahiliye Toplumunun İdeal İnsan Tipi: Muhammed el-Emin https://bicakcicelalbaba.com/cahiliye-toplumunun-ideal-insan-tipi-muhammed-el-emin/ Fri, 31 May 2019 05:36:30 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=940 Hz. Muhammed (sav) çocukluk devresini geçirerek mensubu bulunduğu cemiyete onun bir üyesi olarak katıldıktan sonra, cemiyet içerisinde bütün olanlara karşı şüpheler duymaya başlamıştır. Bu şüpheler, O’nun, o günkü cemiyet içerisinde nesilden nesile devredilen hareket ve davranışlar bütününü benimseyip, bunları kendi hayatına tatbik etmesine müsaade etmemiştir. Bu durumda Hz. Muhammed (sav) hayatını kendi akl-ı selimiyle ve sezgileriyle bulduğu doğrular istikametinde tanzim etmek, insanlar arası münasebetlerini yine bu ölçüler içerisinde geliştirmek gibi bir tavrı benimsemiştir. O’nun bu hareket ve davranışları İslâm’ın resmen vahye istinad etmeyen ilk tebliğleri oluyordu.

Tabiîdir ki, bu hareket ve davranışların o günkü cemiyette alışılagelmiş hakim davranış kalıpları üzerine müessir olması beklenemezdi. Fakat, o güne kadar tatbik edilegelmiş bu davranış kalıpları üzerinde tümüyle tesirsiz kaldığını söylemek de gerçeği yansıtmayacaktır.

Hz. Muhammed (sav)’in gözler önüne serdiği bu davranış kalıpları “hayat, insan, hürriyet, hak, adalet, eşitlik, doğruluk, emek” gibi kavramlara yeni boyutlar getirmiş, buna benzer diğer bazı kavramların da başka türlü anlaşılabileceği, hatta anlaşılması gerektiği hususunda zihinlere yeni düşünceler ilham etmiştir.

Hz. Muhammed (sav) cemiyete onun bir üyesi olarak katılmıştı. Fakat, o günkü cemiyette insanlar babalarından, dedelerinden devraldıkları hareket ve davranış kalıplarını uygulamakta, onların değerlerini paylaşmakta ve yaşamakta son derece kararlıydılar. Bunların kendilerinden sonra evlatlarına intikali için de tavizsiz bir tutum içindeydiler.

Bütün bunlara rağmen, bu insanlar kendi hareket ve davranışlarını kabul etmeyen, değerlerini paylaşmayan, aksine cemiyete yeni değerler teklif eden Hz. Muhammed (sav)’i “Emin” sıfatı ile tavsif ediyorlar, O’na “Muhammedü’l-Emin” diyorlardı.

Ona “Emin” demekle zulme uğradıkları zaman zalim kim olursa olsun her türlü şarta rağmen Hz. Muhammed (sav)’in kendi haklarını koruyacağından emin olduklarını, buna inandıklarını anlatmak istiyorlardı. Kimsesizler, himayesine sığındıkları takdirde, O’nun bir kardeş, bir ağabey, bir baba gibi kendilerine kol-kanat gereceğinden emin olduklarını, O’nun sayesinde her türlü korkudan uzak yaşayacaklarını anlatmak istiyorlardı. Köleler bu kavramla, herkesin kendilerini dövdüğü, sövdüğü, hor gördüğü bir dünyada O’nun kendilerini dövmeyeceğini, sövmeyeceğini, hor görmeyeceğini, kötü söylemeyeceğini anlıyorlardı.

Halbuki, bu insanların, bu vasfı, hareket ve davranışlarındaki taviz tanımaz tutumu, değerlerini paylaşmada ve yaşatmadaki ısrarı, bunların daha sonraki nesillere intikalindeki kararlılığı ile asra yaklaşan ömründe kendilerini en iyi temsil etmiş birine layık görmelerini beklemek hakkımız idi. Bu insanların bu vasfı, kendi değerlerini paylaşan ve onları yaşatmak için ömür tüketen birine değil de, aksine onları reddeden ve cemiyete yeni değerler getiren bir “kimseye” layık görmeleri, üzerinde önemle durulması gereken bir husus olmalıdır.

Hz. Muhammed (sav) babasından yetim, anasından öksüz kalmıştı. Arkasında hiçbir otorite yoktu. Yine de cemiyet ona “Emin” diyordu.

Zenginler bu kavramı iktisadî açıdan düşünüyorlardı. Onlar bu kavramla, Hz. Muhammed (sav)’in ticarî ve diğer malî münasebetlerinde son derece güvenilir olduğunu anlıyorlardı. Bu yüzden ona “Emin” diyorlardı.

Asiller tabii olarak şeref ve haysiyetlerine düşkündüler. Onlar bu kavramdan Hz. Muhammed (sav)’in kendi şereflerine, haysiyetlerine, itibarlarına ne kadar riayetkar olduğunu anlıyorlardı. “Emin” demekle O’nun yalan, iftira, tezvir, dedikodu gibi yollarla şereflerini haleldar etmeyeceğini anlatmak istiyorlardı.

Cemiyet içerisinde idareci durumunda olan kimseler –bunlar tabii ki asillerdendir- bu kavrama daha değişik bir mana veriyorlardı. Onun varlığını sınıflar arası çekişmelere, kabileler arası çatışmalara karşı teminat görüyorlardı. Bu kavramla, O’nun cemiyet içerisindeki hakim nazım rolüne ve hadiseler karşısındaki müspet tutumuna karşı şüphe beslemediklerini anlatmak istiyorlardı.

Muharipler, cengâverler tabii olarak bu kavrama daha başka bir mana ve yorum atfediyorlardı. Onlar bu kavramla Hz. Muhammed (sav)’in harplerde kendisine güvenilir olduğunu, ortaya çıkacak şartlar altında onun saflarını terk etmeyeceğini anlıyorlardı. Bunu, dost düşman herkese anlatmak istiyorlardı.

Sosyal, ekonomik ve fizikî yönden güçsüzler de bu kavrama kendilerine uygun gelecek bir mana veriyorlardı. Fakirler kendi hallerine ve şartlarına göre, bu kavrama daha değişik boyutlar getirmişlerdi. Bu insanlar malî yardım ve diğer ihtiyaçları için Hz. Muhammed (sav)’e geldiklerinde O’nun kendilerine bütün imkanlarıyla yardımcı olacağına, hatta kefaletiyle dostlarından onlar için yardım talep edeceğine inandıklarını, bu hususta endişe taşımadıklarını göstermek istiyorlardı. Acizler bu kavrama düçar oldukları acizlikleri ve çaresizlikleri açısından bakıyorlardı. Bu insanlar, ona “Emin” demekle zulme uğradıkları zaman zalim kim olursa olsun her türlü şarta rağmen Hz. Muhammed (sav)’in kendi haklarını koruyacağından emin olduklarını, buna inandıklarını anlatmak istiyorlardı. Kimsesizler, himayesine sığındıkları takdirde, O’nun bir kardeş, bir ağabey, bir baba gibi kendilerine kol-kanat gereceğinden emin olduklarını, O’nun sayesinde her türlü korkudan uzak yaşayacaklarını anlatmak istiyorlardı. Köleler bu kavramla, herkesin kendilerini dövdüğü, sövdüğü, hor gördüğü bir dünyada O’nun kendilerini dövmeyeceğini, sövmeyeceğini, hor görmeyeceğini, kötü söylemeyeceğini anlıyorlardı. Hiç kimsenin kendilerini insan yerine koymadığı bir cemiyette O’nun kendilerini şerefli birer insan görüp, ona göre kendilerine muamele edeceğinden emin olduklarını, buna inandıklarını anlatmak istiyorlardı.

Haklı olarak, bu insanların babaları, dedeleri ve kendileri gibi hayat tarzı gösteren, içki içen, kumar oynayan, fuhuş yapan, yalan söyleyen, iftira eden, çapulculukla zaman geçiren, putlara tapan ve daha başka değerlerini istisnasız ve münakaşasız kabul eden ve onu cemiyetle paylaşan bir kimseyi, ancak “Emin” sıfatıyla tavsif etmeleri beklenirdi. Olanların beklenilenin hilafına olması, bütün görüşlerimizi ve yorumlarımızı bir noktada birleştiriyor. Hakikaten zahirde bu insanlar bütün yapıp ettiklerinden ve değerlerinden şüphe ediyor değildiler. Fakat, bu insanların kendileri gibi yaşamayan, daha başka hayat tarzı gösteren, cemiyete farklı değerler getiren Hz. Muhammed (sav)’i “Emin” olarak göstermeleri, insanların o güne kadar bütün yapıp ettiklerine, hareketlerine, davranışlarına ve paylaştıkları değerlerine karşı “şuur altı”nda şüpheler, kuşkular, tereddütler beslediklerini göstermesi bakımından önemlidir.

İslam Medeniyeti’nin ilk vahyinden itibaren takip ettiği yol, benimsediği usûl hep bu insanların yapıp ettiklerine, geliştirdikleri değerlerine karşı şuur altında mevcut kuşku ve tereddütlerin şuur seviyesinde idrakine yardımcı olmak gayesini taşır. İslâm medeniyetinin benimsediği bu yolla varmak istediği nokta, bu insanların hareket ve davranışlarına ve değerlerine karşı şuur-altında mevcut şüphe ve tereddütleri besleyen “hakikat fikri”nin şuurlaşmasına yardım etmektir. Toplumun kendilerine verdiği eski, yanlış şartlanmalardan –putlara tapma gibi- kurtulmalarına imkan tanımaktır.

İslâm medeniyetinin benimsediği bu yolla varmak istediği nokta, bu insanların hareket ve davranışlarına ve değerlerine karşı şuur-altında mevcut şüphe ve tereddütleri besleyen “hakikat fikri”nin şuurlaşmasına yardım etmektir.

İslâm öncesi devrede bu insanlar kendileri gibi yaşamayan ve kendilerininkilerden farklı değerler getiren Hz. Muhammed (sav)’e “Emin” demeleri, iki bakış açısı göstermekte ve dolayısıyla bizleri iki mühim noktaya sevketmektedir:

  • Bu insanlar, zahirde bütün yapıp ettiklerine ve değerlerine nihaî doğrular olarak baksalar da, hakikatte bunların doğruluğundan şuur altında şüpheler taşıyorlardı. Bunların doğruluğuna kani değildiler. Bu durumda bu insanlar, “yanlış”ı bulmuşlardı. Bunun için kendilerine “yanlış nedir?” sorusunu sormuş olmaları gerekirdi.
  • Bu insanların yanlışı tanımaları “doğruyu bildikleri” görüşünü haklı kılar. Bunun için, bu insanların kendilerine “doğru nedir?” sorusunu sormuş olmaları gerekir. Bu insanlarda en azından nüve halinde doğruluk fikri bulunmalıydı. Yoksa Hz. Muhammed (sav)’de hareket ve davranışlar bütünü olarak somutlaşan bu “fikir”, bu insanlar tarafından hemen kabul görmezdi, tasvip bulmazdı, tebcil edilmezdi. O’nu bu kadar beğenmezlerdi, bu derece onu “ideal insan” olarak görmezler ve göstermezlerdi.

O’na Muhammedü’l-emin diyorlardı. Acaba “doğruluk” fikri mi bu insanların yanlışları tanımalarına yardımcı oluyordu, yoksa yanlışlar mı bu zihinlere doğruluk fikrini getirmişti? Tabiî ki burada birinci şık tercihimiz olacaktır. Doğruluk fikri, ancak yanlışları tanımalarına yardımcı oluyordu. Yoksa yanlışlar, daha başka yanlışları getirecekti.

]]>
Dua https://bicakcicelalbaba.com/dua/ Fri, 31 May 2019 05:35:59 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=938
Hz. Peygamber’in bir hadisine göre dua, ibadetin özüdür. Aslında, namaz da dua anlamına gelmektedir. Dua, sözlükte çağırma anlamına gelmekle birlikte onda daima bir tazim, tazimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Namaz da tazimin en üst noktasıdır.

Kur’ân’da iki yüz kadar âyet dua ile ilgili­dir. Kur’ân’ın ilk sûresi Fatiha bizzat Cenâb-ı Allah’ın kullarına öğrettiği bir dua özelliği taşır. Bu sûre-i celilede Yüce Allah kulun nasıl dua etmesi gerektiğini de gös­termiş olmaktadır. Buna göre, duada önce Allah’a hamd edip, O’nu övgüyle anmak gerekir; sonra Allah’tan bağışlanma, mağ­firet gibi manevi isteklerde bulunma, sonra dünyevi nimetler için dilekte bulunma gelmelidir. Fatiha’da bir insan için nimetle­rin en önemlisi olan, hidayete erdirmesi, sapmış insanların yolundan uzak bulun­durması için Yüce Allah’a yalvarılması ge­rektiği de vurgulanır.

Hz. Peygamber’in bir hadisine göre dua, ibadetin özüdür. Aslında, namaz da dua anlamına gelmektedir. Dua, sözlükte çağırma anlamına gelmekle birlikte onda daima bir tazim, tazimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Namaz da tazimin en üst noktasıdır. Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre secde kulun Allah’a en yakın olduğu zamandır. Dua, kulun hiçliğini, yoksulluğunu ve Allah’ın yardımına olan ihtiyacını hissetmesidir. Secde bunun en açık biçimde gerçekleştiği andır. Secdede ve ibadetlerin diğer rükunlerinde söylenen ifadeler de açıkça değilse bile zımnen bir mükafat ve sevap temennisi içermesi sebebiyle dua sayılmışlardır.

Dua, kulluğun temel unsurudur, insanın Allah’a yönelmesidir. İnsan, içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmak, bir kötülüğe maruz kalmamak, bir nimete ulaşmak için, Allah’ı anıp, aczini, günahlarını itiraf ederek O’ndan yardım ister. Bu isteği onu, işlediği günah ve kusurlar nedeniyle pişmanlığa, tevbeye, kalbini temizlemeye, kavuştuğu nimet dolayısıyla onun şükrünü eda etme isteğine götürür. Bütün bunlar kulu Allah’a yaklaştırır. Dua insanın, evreni yaratan, eserleri yüce kudretinin ifadesi olan, bütün güzelliklerin kaynağı Rabbine duyduğu hayranlığın bir ifadesidir. Bu bakımdan O’nun emirlerini yerine getiren, tabiatı araştırıp, O’nun yüce kudretini yakinen gören kimsenin mutlak hakikatle teması da bir nevi duadır. Çünkü tabiatı araştıran bir kimse Allah’ın âyetlerini görüp O’na dua ve iltica ihtiyacını duyar. Kur’ân’da buna işaret edilerek şöyle buyrulur: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardına gelip gidişinde akıl sahipleri için açık deliller vardır. Onlar ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın; Sen her türlü eksiklikten münezzehsin. Bizi cehennem azabından koru.” (1)

Birçok âyette canlı cansız bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiği, bildirilir; mesela bir âyette mealen şöyle buyrulur: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların bu tesbihlerini anlamazsınız.” (2)   Cenâb-ı Hak, insanın asıl görevinin kulluk olduğunu bildirmiştir: “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (3)   Cenâb-ı Hak bu kulluğun insanın sadece sıkıştığı, başı derde girdiği zaman değil, her zaman hatırlanmasını ister. Müslüman’ın şuurunda dinî inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili olması gerekir. Başa gelen sıkıntı için Allah’a dua edilmesi istendiği gibi, müreffeh bir hayat sürerken de Allah’ın hatırlanması istenir. Özü dua olan namazın günde beş vakit farz kılınması insan şuurunda Allah inancının devamlılığını sağlamayı hedefler. Dua ve ibadetin ihmalinin kişinin inancına olumsuz etki yapacağı kuşku götürmez. Bu bakımdan Kur’ân’daki “Söyle onlara ki: Duanız olmasa Rabbin size ne diye değer versin?” (4)   âyetini İbni Abbas “İmanınız olmasaydı…” şeklinde yorumlamıştır. (5)   İslam dini, ihmal nedeniyle Yaratıcıdan uzaklaşmayı önlemek için dinî inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı tutulmasını istemiş, insana bazı dua ve ibadetleri yerine getirme emri vermiştir. Dua bir zikirdir. Kur’ân ise zikri ibadetlerin en önemlisi sayar. Hz. Peygamber Allah’ı güzel isimleriyle anan kimsenin günahlarının, deniz köpükleri kadar çok da olsa affedileceğini bildirir. (6)    Cenâb-ı Hak kulunun isteğine karşılık vermeye hazır olduğunu bildirir ve her vesileyle kendisine başvurulmasını ister. Nitekim bir âyet-i kerimede mealen şöyle buyrulmuştur: “Kullarım sana beni sorduğu vakit de ki, ben muhakkak yakınımdır. Dua edenin duasını bana dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar, umulur ki doğru yolu bulurlar.” (7)   Bir hatasından dolayı bağışlanmayı dileyen kulunu Allah affeder. Bir hadis-i şerifte insanların günah işlemeyen kimseler olması halinde Allah’ın onları helak edip, yerlerine günah işleyen ve sonra tevbe eden kullar yaratacağı bildirilir. Bunun anlamı, kuşkusuz, kulları günaha teşvik değil, günah işlemediği kanaatine kapılan insanların kul olma bilincini yitirmiş olacaklarının ve günahın tevbe vasıtası ile insanı Allah’a yakınlaştırmada  üstlendiği rolün vurgulanmasıdır. Allah kulunun kendine yalvarmasından, kulluğunu bilmesinden hoşnut olur. Nitekim bir hadis-i şerifte kulun günahından dolayı kendisine yalvarmasından Allah’ın ne kadar hoşnut olduğu, üzerinde su ve yiyeceği bulunan devesini çölde kaybedip sonra onu bulan kimsenin sevincinden temsil getirilerek anlatılmıştır. (8)

Hz. Peygamber dualarında genel olarak uhrevi mutluluk, kalp huzuru gibi daha çok manevi şeyler istemiştir. Ancak O’nun da en çok yaptığı dualardan biri Kur’ân’ın bize öğrettiği “Allah’ım! Bize dünyada da, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.” duasıdır. Bu dua, gerek dünyada gerekse ahirette istenmesi uygun olan her türlü iyiliği kapsayacak niteliktedir.

İnsanı Allah Teâlâ’ya dua etmekten, O’ndan istemekten hiçbir günah alıkoymamalıdır. Allah şeytanın dahi duasını kabul etmiştir; nitekim şeytan cennetten kovulduğu zaman, Allah’tan insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet istemiş ve kendisine bu mühlet verilmiştir.  (9)   Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre dua eden bir kimsenin duası şu üç şekilden biri ile karşılanır:

  1. Ya dua ettiği şey dünyada hemen verilir.
  2. Ya duasının karşılığında verilecek mükâfat ahirete saklanır.
  3. Veya üzerinden, istediği iyilik kadar bir kötülük giderilir.

Dua insana zihin duruluğu, moral güç, sağduyu ve feraset kazandırır, ruh sağlığını olumlu yönde etkiler. Dua bir anlamda teslimiyet olduğundan samimiyetle dua eden kul gerçek anlamıyla Allah’a tevekkül eder. Karşılaştığı herhangi bir problemi Allah’tan aldığı cesaret ve güçle daha kolay çözüme kavuşturur.

Bir kudsî hadiste bildirildiğine göre dua ve ibadetle meydana gelen yakınlaşma, Allah’ın sevgisine, bu sevgide kulun sağduyulu bir kişi olmasına ve duyarlı bir vicdana sahip olmasına yol açar. (10)   Hz. Peygamber’in bir duasından, duanın işlenen hata ve günahların insan vicdanında bıraktığı izleri giderici, onu berrak bir hale getirici olduğu anlaşılmaktadır. O şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Hatalarımı kar ve dolu suyuyla temizle; beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi kalbimi günahlardan arındır.” (11)

Hz. Peygamber dualarında genel olarak uhrevi mutluluk, kalp huzuru gibi daha çok manevi şeyler istemiştir. Ancak O’nun da en çok yaptığı dualardan biri Kur’ân’ın bize öğrettiği “Allah’ım! Bize dünyada da, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.” (12)   duasıdır. Bu dua, gerek dünyada gerekse ahirette istenmesi uygun olan her türlü iyiliği kapsayacak niteliktedir. Hz. Aişe’nin bildirdiğine, göre Rasûlullah’ın duaları kısa, özlü ve kapsamlı idi. (13)   O, çoğunlukla, kötü huy ve davranışlardan, manevi belalardan, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır.

“Her şey insanın kaderinde yazılı olduğuna göre duanın ne yararı var?” şeklinde bir karşı çıkış İslam’ın özüne aykırıdır. İslam alimleri kadere dayanarak duayı reddetmek yerine onu da takdirin bir parçası saymayı daha makul görmüşlerdir. Ezelde duaya bağlı olarak takdir edilmiş şeyler yine dua sayesinde meydana gelir. Kaderin olaylara göre önceliği varsa Allah’ın da kaza ve kadere önceliği vardır. Bunun tersine bir düşünce Allah’ı kaza ve kadere mahkum farz etmek sonucunu doğurur. Zaten dua ile amaç -haşa- Allah’a bilmediği bir şeyi hatırlatmak değil, insanın kulluğunu ifade etmesi, ihtiyacını O’na arz etmesidir.

]]>
Hz. Peygamber’in Dilinden Dua Örnekleri https://bicakcicelalbaba.com/hz-peygamberin-dilinden-dua-ornekleri/ Fri, 31 May 2019 05:35:34 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=936 1.      “Dua ibadetin tâ kendisidir.” (Ebû Davud)

2.      “Allah’ım, Senden hidayet ve doğruluk isterim.” (Müslim)

3.      “Allah’ım, Senden hidayet, takva, iffet ve zenginlik isterim.” (Müslim)

4.      “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalplerimizi taatine çevir.” (Müslim)

5.      “Allah’ım, bana doğruyu ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru.” (Tirmizî)

6.      “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dininin üzerinde sabit kıl.” (Tirmizî)

7.      “Allah’ım! Senden yararlı bilgi, hoş rızık, kabul edilmiş amel isterim.” (İbn Mace)

8.      “Allah’ım, beni bağışla, bana merhamet et, bana afiyet ver ve bana rızk ver.” (Müslim)

9.      “Allah’ım, günahlarımı bağışla, bana merhamet et, hidayet et, bana afiyet ver, rızk ver.” (Müslim)

10.  “Allah’ım, yaptığım şeylerin şerrinden ve yapmadığım şeylerin şerrinden Sana sığınırım.” (Müslim)

11.  “Zorlu beladan, bedbahtlıktan, kötü kaderden ve düşmanların şamatasından Allah’a sığınırım.” (Buharî-Müslim)

12.  “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.” (Buharî-Müslim)

13.  “Allah’ım, cehennem fitnesinden ve cehennem azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden Sana sığınırım.” (Ebû Davud)

14.  “Allah’ım, açlıktan Sana sığınırım; o, ne kötü bir arkadaştır. Hainlikten Sana sığınırım; o, ne kötü bir sırdaştır.” (Ebû Davud)

15.  “Allah’ım, nimetinin elden çıkmasından, afiyetinin ters dönmesinden, ansızın azabına uğramaktan ve her türlü gazabından Sana sığınırım.” (Müslim)

16.  “Allah’ım kalbimi aydınlık kıl, lisanımı, kulağımı, gözümü, ardımı, önümü, üstümü, altımı aydınlık eyle. Allah’ım, nurumu büyüt.” (Buharî-Müslim)

17.  “Ey Hay ve Kayyum olan! Sadece Senden yardım isterim; Hayatımı düzelt, gözümü açıp kapayıncaya kadar bile beni nefsimle baş başa bırakma.” (Hakim)

18.  “Allah’ım, Senden sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve beni Senin sevgine ulaştıracak ameli isterim. Allah’ım, Senin sevgini bana nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” (Tirmizî)

19.  “Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Kabir azabından Sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım.” (Müslim)

20.  “Allah’ım; bütün hamdler Sanadır. Sen beni onunla giydirdin. O, elbisenin hayrını ve onun için yapılanın hayrını Senden isterim. Onun ve onun için yapılanın şerrinden Sana sığınırım.” (Tirmizî)

21.  “Allah’ım, Senden rahmetini icap ettiren şeyleri, mağfiretini gerektiren şeyleri, bütün günahlardan esen kalmayı, bütün iyilikleri ganimet olarak kazanmayı, cennete nail olmayı ve cehennemden kurtulmayı isterim.” (Müslim)

22.  “Allah’ım, işimi koruyan dinimi ıslah et, geçimimi sağlayan dünyamı ıslah et, dönüp varacağım yer olan ahiretimi ıslah et. Hayatı her hayrı artırmama vesile eyle, ölümü bütün kötülüklerden kurtulmama çare eyle.” (Müslim)

23.  “Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ediyorum. Allah’ım! sapıtmak ve saptırılmaktan, alçalmak ve alçaltılmaktan, zulmetmek ve zulmedilmekten, bilgisizlikten ve bilgisiz bırakılmaktan Sana sığınırım.” (Tirmizî)

24.  “Bütün hamdler O Allah’a ki O, bana yeter, bana acır; yine bütün övgüler O’na ki, O, beni doyurur ve suvarır. Bana ihsanda bulunup, beni -insanların- en faziletli(si) kılan Allah’a hamd olsun. Senden beni ateşten korumanı diliyorum.” (Ebû Davud)

25.  “Allah’ım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana tevekkül ettim, Sana döndüm, Senin için dava ettim ve Sana başvurdum. Önceden yaptıklarımı ve sonraya bıraktıklarımı, açık yaptıklarımı ve gizli yaptıklarımı bağışla. İleriye götüren ve geriye bırakan Sensin. Senden başka İlah yoktur.” (Buharî-Müslim)

26.  “Allah’ım, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, ihtiyarlıktan ve kabir azabından Sana sığınırım. Allah’ım, nefsime takvasını ver ve onu temizle. Onu en iyi temizleyecek olan Sensin. Onun sahibi ve mevlâsı Sensin. Allah’ım, faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan Sana sığınırım.” (Müslim)

27.  “Allah’ım! dünyada ve ahirette Senden esenlik isterim; Allah’ım, dinim, dünyam, ailem ve malım konusunda Senden af ve esenlik isterim. Allah’ım, ayıplarımı ört. Korkularımdan beni emin eyle. Önümde, ardımda, sağımda, solumda, üstümde olanlardan beni koru. Altımdakilerden de Senin azametine sığınırım.” (Ebû Davud)

28.  “Allah’ım, hatamı ve cahilliğimi, işimde aşırılığımı ve benden iyi bildiğin şeylerimi bağışla. Allah’ım, ciddimi ve şakamı bağışla, hataen ve kasten yaptıklarımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allah’ım, yapıp ileriye gönderdiğim ve yapmayıp geriye bıraktığım; açıkladığım ve gizlediğim şeylerimi ve benden daha iyi bildiğin şeylerimi bağışla. İleriye süren ve geriye bırakan Sensin. Sen her şeye kadirsin.” (Buharî-Müslim)

29.  “Allah’ım, Sen benim Rabbimsin, Senden başka ilah yoktur. Beni Sen yarattın, Ben, Senin kulunum, gücüm yettiğince Senin ahdin ve vaadin üzereyim; işlediklerimin şerrinden Sana sığınır, üzerimdeki nimetlerini Sana ikram eder, günahımı da itiraf ederim, bundan ötürü beni mağfiret eyle. Senden gayrı kimsecikler günahları bağışlayamaz.” (Buharî)

30.  “Allah’ım, bütün hamdler Sanadır. Sen, yerin, göğün ve onlarda olanların nurusun. Hamd yine Sanadır. Çünkü Sen yerin göğün ve bunlarda olanın yegane idare edenisin. Ve gene bütün övgüler Sana aittir. Ki Sen, Hak’sın, va’din, sözün, Seninle karşılaşmak, cennet ve cehennem, peygamberlerin, Muhammed (sav)’in kıyamet saati, bütün bunlar haktır. Allah’ım, Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana tevekkül ettim, Sana yöneldim, tevbe ettim, senin uğruna mücadele ettim, seni hakem edindim. Gelmiş gelecek, gizli ve açık bütün günahlarımı bağışla. Sen, benim ilahımsın. Senden başka ilah yoktur. Şanı yüce olan Allah’ın güç ve kuvvetinin dışında güç ve kuvvet yoktur.” (Buharî-Müslim)

31.  “Gökleri ve yeri yaratan, görünen ve görünmeyeni bilen, her şeyin Rabbi, meliki ve sahibi olan Allah’ım! Senden başka ilah olmadığına şahidim. Nefsimin kötülüğünden, şeytan ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım. Nefsime bir kötülüğün gelmesinden veya Müslümanlara karşı bir suç işlemeye onu itmesinden gene Allah’a sığınırım.” (Tirmizî)

]]>
Salat ve Selam Getirmek https://bicakcicelalbaba.com/salat-ve-selam-getirmek/ Fri, 31 May 2019 05:34:53 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=934
“Selam” kelimesi de ortak sayılan bir çok manaya gel­miştir. Daha önce zikredilen Ahzab sûresinin 56. âyetinde Hz. Peygamber’e salat gibi çok selam etmemiz de isten­mektedir. Selam, sözlüklerde Allah’ın ismi olarak kullanıldı­ğı gibi, selamlaşmak, kusurlardan beri olmak, emniyet ve sulh manalarına da gelir.

Hz. Peygamber ve diğer pey­gamberlere salat ve selam getirmek, onla­ra gösterilen bağlılığın, sevgi ve saygının bir tezahürüdür. Her zaman ve her yerde kolayca yapılabilecek bir vazifedir. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına yapmalarını emrettiği ve kendisinin de yap­tığını ifade ettiği yegane şey salat ve selam getirmektir. Nitekim bir âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk, “şüphesiz Allah ve melekleri Peygam­ber’e çok salat ederler…”(1)  buyurmaktadır.

“Salat” kelimesi sözlükte “dua, namaz, rahmet” manalarına geldiği gibi kendisinden türetilen bazı fiillerde “bereket” manasına da gelir(2). Kaynaklarda birbirine yakın ve ortak anlamları ifade eden kelime, yerine göre bunlardan birine karşılık olarak kullanıl­mıştır. Bu sebeple konuyla ilgili Ahzab sûresinin 56. âyetine İbn Abbas, “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’i bereketle kuşatırlar.” manasını vermiştir.

Salat kelimesinin aslında “rahmetle dua etmek” manasına geldiği, Allah tarafından yapıldığında “rahmet”, melekler tarafından  yapıldığında   “Allah’ın   rahmetini  istemek” demek olduğu belirtilmiştir(3). Nitekim melekler bir şahsa salat getirirken, “Allah’ım O’nu bağışla, O’na merhamet et.” derler.

Kuşeyri de bu hususta, “Allah’ın insanlara salatı, onlara rahmet etmesi, peygamberlere salatı ise onlara şeref verme­si ve ziyade ikram etmesidir.” der. Ayrıca, Ebu’l-Aliye “Allah’ın Peygam­ber’e salatı, O’nu meleklerin yanında övmesi; meleklerin O’na salatı ise, O’na dua etmeleridir.” demiştir(4).

Sonuç olarak “salat”, Allah’tan olunca rahmet, meleklerden olunca mağfiret-i ilahîyi istemeleri, müminler tarafından getirilince de hayırla dua etmek manalarına gelmektedir(5).

“Selam” kelimesi de ortak sayılan bir çok manaya gel­miştir. Daha önce zikredilen Ahzab sûresinin 56. âyetinde Hz. Peygamber’e salat gibi çok selam etmemiz de isten­mektedir. Selam, sözlüklerde Allah’ın ismi olarak kullanıldı­ğı gibi, selamlaşmak, kusurlardan beri olmak, emniyet ve sulh manalarına da gelir(6).

Salat ve selam getirmekten maksat, Hz. Peygamber’e tazimdir (O’nu yüceltme, saygı ifadesidir). Dünyada O’na yapılacak tazim, O’nun hatırasını yü­celtmek, dini yaymak ve sürekliliğini temine çalışmaktır. Ahirette ise sevabının çoğalması, ümmetine şefaatçi kılınması, el-Makamu’l-Mahmud’a (Livau’l-Hamd altında kurulan şefaat-ı kübra makamına) yükselmesiyle elde edeceği faziletinin devamına dua etmektir(7).

Diğer taraftan İbnu’l-Arabî der ki: “Hz. Peygamber’e yapılan ‘salat’ın faydası, onu yapana döner. Zira salat getir­mek okuyanın samimi itikadını ve niyetini, Peygamber’e sevgisini, taata devam etmesi ve hürmetini gösterir.”(8).

Salavat getirme, Hz. Peygamber’in ruhuyla irtibat kur­mayı ve O’nun nurundan istifade etmeyi temin eder. Zira sala­vat getirene Hz. Peygamber de bir misliyle salat eder (rah­met diler)(9).

Kimlere Salat ve Selam Getirilir?

Salat ve selam sadece peygamberlere getirilir. Bu dualarla onlara hürmet edilmiş ve değer verilmiş olunur. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın ismi zikredilince de O’na noksanlıklardan tenzih ve takdisle tazim edilir. (Azze ve Celle veya benzeri dualar okunur).

Diğer pey­gamberler için çok kere “Aleyhi’s-Selam” cümlesi kullanılır. Diğer taraftan İslam büyükleri için de Allah’ın mağfireti ve rızası istenir(10); (Yani sahabe için “Radiyallâhu Anhu- Allah ondan razı olsun”, ulemâ için “Rahimehullâh- Allah rahmet etsin”, evliya için de “Kuddise sırruhu- Sırrı pak olsun” gibi dualar yapılır).

Bu arada Hz. Peygamber’in kendisine salat okuyanlara karşılık olarak okuduğu salat ise dua etmesi manasına gelir(11). Nitekim O, bu konuda şöyle buyur­muştur: “Kim bana selam gönderirse o sırada Allah ruhumu bedenime iade eder de ben de O’na selam veririm.”(12)Ayrıca hadislerde salat ve selamı Hz. Peygamber’e ulaştıran vazifeli melekle­rin bulunduğu beyan edilmiştir(13).

Kendilerine Hz. Peygamber’le birlikte salat ve selam getirilen “Al” hakkında farklı görüşler olmakla beraber, bu kelime ile dua yerinde bütün Müslümanlar; medh, övgü yerinde müttakiler; zekat alma husu­sunda, kendilerine zekat almak yasak olan Hz. Peygamber’in akrabalarının kastedildiği söylenebilir(14).

Namazda et-Tahiyyatu duasını okuduktan sonra salat ve se­lam getirmek de sünnettir. Dualar yapılırken hangi çeşit dua olursa olsun salat ve selam okumak hem mustehab hem de du­anın kabulüne sebeptir.
Salat ve Selamın Yeri ve Hükmü

Hz. Peygamber’e salat ve selam getirmek dinî bir vazifedir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede “Şüphesiz Allah  ve melek­leri Peygamber’e çok salat ederler. Ey iman edenler, siz de O’na salat edin, tam bir teslimiyetle de selam verin.”(15) bu­yurur.

Salat ve selam getirmenin önemi ile ilgili bir çok hadis-i şerif vardır:

“Müezzinin ezan okuduğunu duyduğunuz zaman siz de onun gibi oku­yun ve Bana salat getirin.”(16)

 “Kim Bana bir defa salat getirirse Allah O’na on defa salat eder, on hatası silinir, on derece yükseltilir.”(17).

Salavat-ı şerifeyi okumanın şefaate vesile olacağını(18), ismi­nin yazıldığı her yere salat ve selam yazmanın meleklerin istiğ­farına sebep bulunacağını(19), kıyametin dehşetinden O’na çokça salat ve selam okuyanların kurtulacağını(20) bir çok hadis-i şerif­ten öğrenmekteyiz.

İsmini duyup da Hz. Peygamber’e salat ve selam getir­meyen kişi kınanmayı gerektiren kötü bir iş yapmıştır(21). Nite­kim bir hadiste, gerçek cimrinin Hz. Peygamber’e salat ve se­lam getirmeyen kimse olduğu beyan edilmektedir(22).

Aslında salat ve selam getirmek farzdır. Ömründe bir kere bunu okuyan bu vazifeyi yerine getirmiş olur(23). Bir mecliste Hz. Peygamber’in ismi zikredilince bir defa salat ve selam getirmek vacib(24), isminin tekrar edilişi sayısınca getirmek ise müstahabdır(25).

Namazda et-Tahiyyatu duasını okuduktan sonra salat ve se­lam getirmek de sünnettir. Dualar yapılırken hangi çeşit dua olursa olsun salat ve selam okumak hem mustehab hem de du­anın kabulüne sebeptir(26).

Salat ve Selam Lafızları ve Miktarları

Salat ve selam kelimelerinin ifade ettiği manaları ortaya ko­yan değişik lafızlar kullanıldığı gibi, değişik cümlelerle getirilen birçok salavat-ı şerifenin hadis mecmualarında yer aldığı dikka­timizi çekmektedir(27). Hadislerde zikredilen en kısa salavat-ı şerife “Allahürnme salli alâ Muhammedi’n…” lafızlarıdır(28). Salavât-ı şerifelerin toplandığı birçok eser vücûda getirilmiştir. Bunların en güzellerinde biri, en-Nevevî’nin “el-Ezkar”ıdır.

Çeşitli salavat-ı şerifeler arasında en çok okunan ve birçok hadis mecmuasında yer alan “Salli ve Barik”(29) salavatlarının manalarını kısaca şöyle açıklayabiliriz:

  1. “Allahümme salli alâ Muhammedin…” Yani, Allah’ım! Muhammed’in hatırasını yüceltmek, getirdiği dini yaymakla O’nu dünyada azametli kıl. Ahirette de O’na bol sevap ver­mek, ümmeti hakkında şefaatçi kılmak ve Makam-ı Mahmud’a yükseltmekle yücelt. “Ve alâ âli Muhammedin…” ve Muham­med’in âl’ine salat et, yani yücelt. “Kemâ salleyte alâ İbrahim’e ve alâ âli İbrahim’e…” Yani İbrahim’e ve âl’ına salat et­tiğin gibi. “İnneke hamidun mecidun”. Yani sen en yüce hamd ve övgüye layıksın. Azamet ve Celâl sahibisin.
  2. “Allahümme Bârik alâ Muhammed’in ve alâ Âli Muhammed…” Yani Allah’ım! Muhammed’e ve âl’ine bereketler, çokça hayırlar ve ikramlar eyle. “Kemâ Bârekte alâ İbrahim’e ve alâ Âli İbrahime…” Yani İbrahime ve âl’ine bereketler ih­san ettiğin gibi. “İnneke Hamidun, Mecidun” Yani sen en yü­ce hamde layıksın, azamet ve Celâl sahibisin.
Aslında salat ve selam getirmek farzdır. Ömründe bir kere bunu okuyan bu vazifeyi yerine getirmiş olur. Bir mecliste Hz. Peygamber’in ismi zikredilince bir defa salat ve selam getirmek vacib, isminin tekrar edilişi sayısınca getirmek ise müstahabdır.

Bu iki salavâtta da İbrahim (as)’ın ve âl’inin zikredilmesi O’nun Ulu’l-Azm denen Peygamberlerden olması ve Kâbe’yi yeniden yapmasından dolayıdır. Ayrıca O’nun Kâbe’yi yaparken Ümmet-i Muhammed’e yapmış olduğu duaya, benzeri bir karşılık vermek içindir(30).

]]>
Kur’ân Peygamber’in Ümmi Olduğunu Söylüyor https://bicakcicelalbaba.com/kuran-peygamberin-ummi-oldugunu-soyluyor/ Fri, 31 May 2019 05:34:18 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=932
Kur’ân-ı Kerîm şüphesiz Peygamber’in okuma yazma bilmemesini Kur’ân’ın ilahî bir kaynak olmasının kanıtlarından biri olarak gösterir. Fakat bu hiçbir şekilde Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kelamı olduğunun kabul edilmesinin tek nedeni değildir. Kur’ân içerisinde Kur’ân’ın Allah’ın vahyi olduğunu açıkça ifade eden daha birçok âyet bulunmaktadır.
Başka hiçbir peygamberin biyografisi İslam Peygamberinin biyografisindeki kadar fazla tarihi delile dayanmamaktadır. Hz. Muhammed (sav) ve O’nun yaşadığı dönemle ilgili bildiklerimiz Luther ve Calvin hakkında bildiklerimizden daha fazladır. Bu nedenle tarihin desteği olmadan Hz. Muhammed (sav)’in okuma yazmasının olup olmadığını ortaya koyamayız.

Mekke altıncı yüzyılda Arabistan’ın en önemli şehriydi; hem yılda bir kez gidilen bir hac merkezi hem de antik Palmira ve daha da antik bir kent olan Tiema’nın yerini alan son derece kozmopolit bir merkezdi. Mekke nüfusu geçimini Anadolu, Suriye, Hindistan ve Çin’le yaptıkları ticaretten sağlamaktaydı.(1) Ancak, isimleri bilinen on beş kişi haricinde şehrin Hicret öncesi nüfusunun tamamı okuma yazma bilmiyordu.(2) Sadece Yemen, Hayber, Yesrib (Medine) ve Tiema’da yaşayan Yahudiler bir Kutsal Yazıt’ı okuma becerisi ile övünebiliyordu, ancak ortada onların kutsal kitaplarının Arapça’ya çevrilmiş olduğunu gösteren bir kanıt yoktur. Hıristiyanlar Yemen, Necran, Gassan, Hira, Bahreyn’in dağlık bölgelerinde ve Basra Körfezi’nde bulunan diğer adalarda etkindiler, fakat Hıristiyan Yazıt’ının ilk Arapça versiyonları sekizinci yüzyıla kadar uzanmaktadır.(3) Hz. Muhammed (sav)’in zamanında İncil’in ya da bir bölümünün Arapça’ya çevrilmiş bir versiyonu bulunmamaktaydı.(4) Arap hayat tarzının baş tacı ve simgesi şiirdi ve günümüze kadar gelebilmiş en eski Arap şiirleri M.S. 512’ye kadar uzanmaktadır. Ancak, bu şiirlerin yazıya geçirilmesi yaklaşık iki yüzyıl sonra gerçekleşmiştir.(5) İslamiyet’ten önce neredeyse hiçbir  yazılı metin bulunmamaktaydı. Kur’ân-ı Kerim düzyazı şeklinde yazılmış olan ilk Arapça kitaptır.(6) Tarihçiler Kâbe’nin duvarlarına asılmak için yazılan Muallakat-ı Seba‘yı Araplara ait ilk yazılı kayıtlar olarak göstermektedir.(7) Bu durumlar “Bir tüccar olarak Hz. Muhammed (sav)’in muhtemelen belirli bir düzeyde okuma yazma bilgisi vardı.” şeklindeki varsayımı haklı çıkarmakta mıdır?(8)

Hz. Muhammed (sav) boş boş yıldızlara bakan birisi ve deli bir şair olarak adlandırılmış; kendisine taşlar atılmış, geçtiği yollara dikenler dökülmüştü. Hz. Muhammed (sav)’in amcaları kendisiyle alay ediyorlardı ve halkın büyük çoğunluğu O’na (sav) zulüm görmekten daha ağır olan bir horlama ve ilgisizlikle davranıyorlardı. Fakat burada sorulması gereken soru; Peygamberi karalayan kimselerin – kendisi ümmi bir Peygamber olduğunu iddia ederken-  aslında çok iyi derecede okuma yazma bildiğini göstererek neden O’nun dindar sahteciliğini ortaya çıkarmadıklarıdır?(9)  Peygamber’in aktardığı vahiyleri çürütmek, O’na zulmetmekten daha kolay ve daha akıllıca olmaz mıydı? Buradan çıkarım yapılacak olursa, Peygamber’in okuma yazma bilmeyen birisiymiş gibi davranmak istediğini söyleyen eğitimli bir ilim adamının bu tür imasını nasıl açıklarız? (10)

Peygamberlik iddiasından sonra Hz. Muhammed (sav) hayatında hiçbir anını ashabının gözlerinden uzak inzivaya çekilerek geçirmemiştir. Allah’ın Peygamberinin ashabına aralarındayken ya da yalnızken, camide ya da savaş alanında, namaz kıldırırken ya da savaş idare ederken, minberdeyken ya da odadayken O’nun söylediklerini ya da yaptıklarını başkalarına değiştirmeden anlatılması hakkında kesin talimat vermiş olması da son derece önemlidir. Sonuçta Hz. Muhammed (sav)’in ashabından yetmiş kişi O’nun hakkında her şeyi öğrenmek için evinin yakınındaki bir camide yaşarken, eşleri O’nun özel ilişkileri hakkında özgürce konuşabiliyordu. Bir de on yıl boyunca günde beş vakit kıldırdığı cemaat namazlarına katılan Medineli insanları unutmamak gerekir. Ayrıca yapılan seferlerde Hz. Muhammed (sav)’in etrafında daha da fazla kişinin bulunduğu ve bu kişilerin belirli bir süre boyunca beraber vakit geçirdiği durumlar da olmaktaydı. Herkes Allah Rasûlü hakkında bildiği her şeyi başkalarına anlatmanın kendi üzerinde önemli bir sorumluluk olduğunu biliyordu. Uyuduğu odanın dolabından pazar yerine kadar hayatı ile ilgili hiçbir şey bir sır olarak kalmamıştır ve bütün bu hususlar kaydedilerek nesilden nesile aktarılmıştır. Hemen her konuda Hz. Peygamber’in hadislerinin henüz kendisi hayattayken kaydedildiği ve hayatı hakkındaki detayların bu bilgilerden yola çıkarak elde edildiği bilindiğine göre okuma yazma becerisi ile ilgili de hadis olmasını beklemek mantıklı olmayacak mıdır? Batı’da bile Peygamber’in okuma yazma bilmediği sonucuna varan ilim adamlarının sayısı az değildir. Sale şöyle yazmaktadır, “Aldığı eğitime gelince, hiç eğitim almadığı itiraf edilmektedir; kabilesinde verilen geleneksel eğitimden başka bir eğitimi yoktu, edebiyat olarak adlandırdığımız alan ise ihmal ediliyor ve belki de küçümseniyordu.”(11)   Yine ehil bir alim olan Doktor Theodor Noldeke şöyle demektedir: “Muhammed’in gerçekten okuma yazma bilip bilmediği tartışmaya açık bir konu olsa da, İncil’i veya diğer kitapların hiçbirini okumadığı kesindir.”(12)   Aynı yazar başka bir yerde Peygamber’in “kendisinin yazı dilini anlamadığını” yazmıştır.(13)   Aslında Batılı ilim adamları arasında aynı kanaati dile getiren daha bir çok kişi bulunmaktadır. (14)

Çağımızda Hz. Muhammed (sav)’in okuma yazma bildiğine dair neden bu kadar ısrar edildiğini aydınlatacak bir diğer gerekçe de şudur: Materyalist düşünce biçimlerinden fazlaca etkilenildiği günümüzde insanlar nedensellik ilişkisi kurma eğilimindedirler.

Şimdi Peygamber’in okuma ve yazma sanatına aşina olmamasının neden Müslümanlar için bir inanç meselesi olduğu ve Allah’ın Kelamı olan Kur’ân vahiylerinin bu inanca herhangi bir şekilde dayanıp dayanmadığı konusuna dönelim. Kur’ân-ı Kerîm şüphesiz Peygamber’in okuma yazma bilmemesini Kur’ân’ın ilahî bir kaynak olmasının kanıtlarından biri olarak gösterir. Fakat bu hiçbir şekilde Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kelamı olduğunun kabul edilmesinin tek nedeni değildir. Kur’ân içerisinde Kur’ân’ın Allah’ın vahyi olduğunu açıkça ifade eden daha birçok âyet bulunmaktadır.

Doğruyu söylemek gerekirse, inancını Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine dayandırmış olan biri, Hz. Muhammed (sav)’in okuma yazma bilip bilmemesine bakmaksızın Kur’ân’ın ilahî kaynaklı olduğunu kabul etmelidir. Müslümanlar eğer Peygamber’in okuma yazma bilmediğine inanıyorlarsa, bunun nedeni Kur’ân’ın ilahî kaynağına olan inançlarının buna dayanması değil, Kur’ân’ın bunu özel olarak belirtmesidir. Hz. Muhammed (sav)’in okuma yazma bilmemesi konusuna ilahî vahiy içinde yer verilmesi gerçeğinden dolayı bu mesele Müslümanlar için önemlidir; fakat bu meseleyi inkar edenler için bu belki de daha fazla önem taşımaktadır.

Çağımızda Hz. Muhammed (sav)’in okuma yazma bildiğine dair neden bu kadar ısrar edildiğini aydınlatacak bir diğer gerekçe de şudur: Materyalist düşünce biçimlerinden fazlaca etkilenildiği günümüzde insanlar nedensellik ilişkisi kurma eğilimindedirler. Bu durum  maddi dünya dışındaki her şeyi reddetmelerinin nedenidir, ne var ki, Sünnetullah sonsuz bir şekilde çeşitli ve karmaşıktır ve bu gözlerimiz önünde bariz bir gerçek olarak dursa da her şeyin nedeninin farkına varmak çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Bu nedenle, bu kişilerden Kur’ân’ın okuma yazma bilmeyen bir Peygamber’e vahyedildiğini kabul etmeleri istendiğinde, çoğu bunun inanç ve iman konularıyla ilgili olduğunu söyleyip reddetme eğilimindedirler. İlhamın ötesine geçmeyen Hıristiyanlık gibi dinlerin çekiciliğine kapılmış bazı kişiler İslami vahiy ve peygamberlik kavramlarını kabul etmekte zorlanabilirler. Bu bağlamdaki İslami bakış açısını reddetme nedeni, sadece insan mantığının geçerliliği üzerine kurulu çağdaş bir akılcılıktır ki bu sadece aklın yansıması olup yaradılış itibariyle dünyeviliğe yönelme eğilimindedir.

]]>
Rahmet ve Şefkati Herkesi Kuşatmıştı https://bicakcicelalbaba.com/rahmet-ve-sefkati-herkesi-kusatmisti/ Fri, 31 May 2019 05:32:45 +0000 http://www.bicakcicelalbaba.com/?p=930
Hz. Peygamber tarafından engin bir merhamet ve şefkatle yürütülen yirmi üç yıllık tevhid mücadelesi Veda Hutbesi yani evrensel şefkat belgesiyle taçlanmıştı. Merhamet-i Muhammediyye Veda Hutbesi’nde asırları kucaklayan bir gerçekliğe ve sıcaklığa ulaştı.

Hz. Peygamber’in nasıl ve ne ölçüde bir rahmet “Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(1)olduğunu anlamak için O’ndan önceki dünyanın durumunu gözden geçirmek gerekir. Tarihen sabittir ki o gün, dünyanın bir çok yöresinde olduğu gibi Mekke toplumunda da putlar hakimiyeti, gönüller fesadı ve dolayısıyla tam bir insanlık dramı yaşanıyordu. Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre, “insanların işledikleri yüzünden karada ve denizde (yani her tarafta) fesad zuhur etmiş, bozgun ortalığı kaplamıştı.” (2)Hz. Peygamber henüz yirmili yaşlardayken, haksızlar ve haksızlıklarla mücadele, mazlumları koruma maksadıyla oluşturulan Hılfu’l-Fudul’a iştirak etmiş, fiilen görev almıştı. Olayı bizzat kendisi peygamberliği döneminde anlatmış ve sonunda, “Bugün de böyle bir cemiyete çağrılacak olsam, derhal icabet ve iştirak ederim.” buyurmuş(3), içindeki merhamet çağlayanının coşkunluğunu nasıl koruduğunu duyurmuştur.

a.  Mekke Yılları

Hz. Peygamber’in sahip olduğu şefkat ve merhamet peygamberlik döneminin Mekke yıllarında, gördüğü kötü muamele ve dayanılması güç kabalıklara karşı gösterdiği sabır; laneti çoktan hak etmiş zalimlere daima hidayet temenni etmesi şeklinde tecelli etmiştir. O acılı Taif yolculuğu dönüşünde, Mekkeli Müşrikler hakkında ne yapılmasını isterse derhal yerine getirileceği Cebrail tarafından kendisine bildirildiği zaman, “Rabbim, halkımı bağışla, onlar ne yaptıklarının farkında değiller.”(4) diye yalvarması, kendisine acımayan düşmanlarına bağışlanma ve hidayet dilemesi, onların soyundan inançlı bir nesil getirmesi için Allah’a dua etmesi (5), dünyada bir eşine daha rastlanmayan bir merhamet ve şefkat belgesidir.

Hz. Peygamber tebliğ ile görevliydi. Tebliğ, şefkat isterdi, merhamet isterdi. O da ulaşabildiği herkese böylesi bir şefkat yüklü tebliğ sunuşunda bulundu. İmkan bulduğu herkesle, her yerde görüştü. Özellikle Kureyş’in Müşrik ileri gelenleriyle görüşmekten asla geri durmadı. Ancak bu arada sade vatandaşları ve müminleri asla ihmal etmemek gerektiği de kendisine Abese sûresiyle ihtar edildi. Her zaman ve her yerde müminleri ihmal etmeyen bir tebliğ faaliyetinin şefkatle yürütülmesine özen göstermek gerekti. Nitekim Hz. Peygamber, kendisiyle görüşmeye gelen herkesle bütün hayatı boyunca görüşmüş, özellikle Medine döneminde, gelenleri şaşırtacak derecede kendilerine ikram ve iltifatta bulunmuştur.

Ondaki merhametin, sabır, mağfiret-hidayet temennisi ve tebliğ (yani eğitim-öğretim) olarak tezahürü, kabalık ve katılıktan başka bir dilden anlamayan Mekkelileri iyice çileden çıkarıyordu. Bunca yaptıklarına niçin karşılık vermeyip de sabrettiğini anlayamıyor, kahroluyorlardı. Yaptıkları işkence onları tatmine yetmiyordu. Çünkü yüce Kitabımızın bildirdiğine göre, merhamet ve sabır en güçlü silahtı, (6). En zalim kişileri bile derinden derine etkilerdi. Mekkeliler bu sabır savaşına dayanamadılar, rahmet ve merhamet odağı Hz. Peygamber’i Mekke’den çıkmaya mecbur ettiler. Oysa O (sav) büyük bir lütuftu: “Andolsun ki içerinden kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”(7)

Hz. Peygamber’in peygamberliği tüm insanlara yönelik olduğuna göre, tabii olarak şefkat ve merhameti de bütün insanlığa dönük olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ O’nu bize şöyle tanıtmıştır:

“Andolsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O size düşkün müminlere karşı pek şefkatli, çok merhametlidir.” (8)

Üstün vasıflardan bir kısmını bu âyette topluca bulduğumuz Hz Peygamber, müminlerin hidayetinden sevinmiş, onların sıkıntıya düşmelerinden son derece mahzun olmuş, onlara büyük bir şefkat göstermiş, münafıkları kendisini rahatsız eden davranışlarına rağmen öldürtmemiş, Müslümanlarla aynı muameleye tabi tutmuştur. “Muhammed ashabını öldürtüyor” propagandasına asla imkan ve fırsat vermemiştir. İman etmeyenler onun için sürekli ıstırap kaynağı ve davet konusu olmuştur. “(Rasûlüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse canına kıyacaksın!” (9) âyeti, O’ndaki insanlığa karşı duyduğu şefkatin ve dolayısıyla iman mutluluğundan uzak kalmalarından ötürü hissettiği üzüntünün boyutlarını ortaya koymaktadır.

Hz. Peygamber’in sahip olduğu şefkat ve merhamet peygamberlik döneminin Mekke yıllarında, gördüğü kötü muamele ve dayanılması güç kabalıklara karşı gösterdiği sabır; laneti çoktan hak etmiş zalimlere daima hidayet temenni etmesi şeklinde tecelli etmiştir.
b.  Medine Günleri

Hz. Peygamber’in Medine hayatı merhamet-i Muhammediyye’nin tam anlamıyla en yüksek seviyeden tecelli dönemidir.

Hz. Peygamber evinde sade ve tabii bir aile reisidir. Aile fertlerine ve çocuklara fevkalade müşfiktir. Enes b. Malik (ra), on sene kendisine hizmet ettiğini, bu süre içinde bir kez olsun azar işitmediğini, büyük bir memnuniyetle dile getirmiştir. Hatta bir keresinde, gönderdiği yere giderken yolda rastladığı çocuklarla oyuna dalıp kaldığını, daha sonra oraya gelen Hz. Peygamber’in sıcak bir tebessümle, sadece, gönderdiği yere gidip gitmediğini sorduğunu anlatmıştır. Bir başka gün yaşlı bir hanım, işini gördürmek için Medine dışındaki mahalleye kadar Hz. Peygamber’i götürecektir. O’nun merhameti, kendisinden bir şey isteyen kimseye “yok” demesine müsaade etmemektedir. Varsa vermekte, yoksa sadece sükut etmekte, beklemektedir.

Çocuklar, yetimler, kimsesizler, yaşlılar ve zayıflar merhamet-i Muhammediyye’de en büyük pay sahibiydiler. Namazda bile omuzuna aldığı çocuklar, sefer dönüşünde terkisine ve kucağına kabul ettiği yavrular, her gördüğü yerde kendilerine selam verip başlarını okşadığı küçükler, geleceğin merhametli büyükleri olarak hep merhamet-i Muhammediyye ile beslendiler, eğitildiler.

Mescide pislemekten, yakasına yapışıp bir şeyler istemeye kadar uzanan kaba ve katı davranışlar O’ndan hep anlayış ve tebessüm gördü. Hayvanlar hedef olarak dikilip öldürülmekten, ateşle dağlanmaktan, susuz ve aç bırakılmaktan, ağır yük taşımaktan, dövülmekten, sövülmekten, lanet olunmaktan hep Hz. Muhammed (sav)’in merhamet dolu uyarıları sayesinde kurtuldu. Bir kediyi hapsedip aç susuz bırakarak ölümüne sebep olan kadının cehenneme gittiğini; susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe kuyudan su çıkarıp verdiği için günahkar bir hanımın cennete girdiğini Hz. Peygamber duyurdu. O şefkat odağı büyük Peygamber, hicretin sekizinci yılı Mekke fethine giderken Arç vadisinde, yolun kenarında yeni doğmuş yavrularını emziren bir köpek gördü. Derhal Cuayl b. Suraka adlı sahabiyi çağırıp köpeğin ve yavrularının rahatsız edilmemesini sağlamak üzere ordu geçinceye kadar orada nöbet tutmasını emretti. (10)

Vefatı kendisine haber verilmemiş olan mescid temizlikçisinin kabrine kadar gidip  ona dua eden Peygamberimiz, imamlara, cemaatleri arasında hasta, ihtiyaç sahibi ve yaşlılar bulunabileceğini hatırlattı. Muhayyer bırakıldığı konularda daima kolay olanı tercih ederek ümmetinin hareketlerinde de bu merhametten izler bulunması gereğine işaret etti. Gösterdiği kolaylık ve tanıdığı ruhsattan hangi sebeple olursa olsun çekinenleri ve uzak durmak isteyenleri, kendisinin, Allah’ı herkesten daha iyi bildiğini ve Allah’a karşı herkesten fazla haşyet duyduğunu hatırlatarak çok ciddi şekilde uyardı (11).

Tabii çevre O’nun müşfik elleri ve etkili tavsiyeleri sonucu yeşile kavuştu. Yollardan eziyet amillerinin kaldırılması, durgun sulara, gölgeliklere pislenmemesi, kıyamet kopuyorken bile eldeki fidanın dikilmesi, harpte dahi gereksiz yere ağaçların kesilmemesi, ekinlerin yakılmaması hep O’nun ısrarlı tavsiyeleriydi. Mekke ve Medine’de harem bölgesi ilan edilmesi, buraların her şeyiyle özel statüye tabi tutulması, şehircilik ve çevrecilik bakımından fevkalade önemli tedbirlerdi. Hacıların ihramda bulundukları süre içinde Harem bölgesinde hiçbir canlıyı öldürmemesi, otunu-ağacını koparıp kesmemesi herhalde “çevreye zarar vermeme” fikrini, çevre korumacılığını ibadetleştirmek ve tüm İslam ülkelerine bu fikrin yayılmasını sağlamaktır. Çevre de merhamet-i Muhammediyye’den nasibini böylesine almıştı.

Küçükler sevgi ve şefkate, büyükler saygı ve hürmete muhatap oldu: “Büyüklerimize saygı, küçüklerimize şefkat göstermeyen bizden değildir.” (12) beyanı, beşeri ilişkilerde üstün bir seviye ve sadelik gerçekleştirdi. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” O’nun ilke olarak belirlediği şefkat teşvikiydi. Kendisi, Müslümanlara güç geleceği, onları uzun vadede sıkıntıya sokabileceği endişesiyle (“levlâ en eşukka alâa ümmetî”-ümmetime zor gelmeseydi…- diyerek) bazı tavsiyelerde bulunmaktan vazgeçtiğini bildirmişti (13).

Hudeybiye Barışında ağır şartları imzalayan, bu sebeple de çevresindekilerin itirazlarına uğrayan merhamet-i Muhammediyye, iki yıl sonraki Mekke Fethi’nde genel af ilan edip, ölüme razı Mekkelileri bağışladı. Hem de herkesi hayran bırakacak şekilde…

O, hatasını anlayıp pişman olan ve tevbe eden herkesin tevbesini kabul etmiş, asla geçmişini başına kakmamış, insanların arınmasını ve düzelmesini kolaylaştırmıştır. Böylece O, hem tevbe Peygamberi olmanın gereklerini yerine getirmiş, hem de şefkatin, affı da gerektirdiğini göstermiştir.

Rahmet ve Savaş Peygamberi

Harp hali dışında kimseye bir fiske bile vurmamış ve hemen hemen hiçbir Müslümana beddua ve lanet etmemiş olan Hz. Peygamber, bu tavrın dışına taşıp bir Müslümana inkisarda bulunduğunda bunu o Müslüman için bağışlanma sebebi kılmasını Allah’tan dilemiştir (14). O (sav) sadece Müslümanları pusuya düşürerek öldüren düşmanlara lanet etmiştir. Merhamet-i Muhammediyye, halkı irşada giderken haince şehid edilen Müslümanlardan yana tavır almış, onlara bu haksızlığı yapanları lanetle karşılamıştır. Bu da oldukça tabiidir… çünkü O, harpte bile öldürmeyi değil, gönülleri İslam ile diriltmeyi dikkate alan müşfik ve fakat tedbirli bir komutandır. O’nun “Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim.”(15) beyanı bunu tescil etmektedir. Çağdaş araştırmacı sayın Prof. Dr. M. Hamidullah’ın tesbitine göre on yıllık cihad süresinde yaklaşık iki milyon kilometrekare toprağı, toplam 250 düşman askerinin ve 150 kadar Müslüman şehidin hayatına bedel olarak İslam’a açmıştır. Bu, harbin merhamet-i Muhammediyye sayesinde imha vasıtası olmaktan çıkması demektir. Kadınlara, çocuklara, muharip olmayan sivil halka, mabetlere ve din adamlarına dokunmamayı, çevreyi yakıp yıkmamayı, bir kişinin hidayetine vesile olmanın, dünyalara sahip olmaktan daha hayırlı olduğunu (16), yani fütûhu’l-kulûb’un fütûhu’l-buldan’dan önce geldiğini hep O öğretmiştir. Esirlere insanca muameleyi, anne ile yavrusunu -esir bile olsalar- ayırmamayı O emretmiştir. İnsanlar, organları kesilmek suretiyle öldürülmekten (müsle), işkence edilmekten, kız çocukları diri diri toprağa gömülmekten O’nun irşadlarıyla kurtulmuştur.

O’nun “Savaş Peygamberi” oluşu “Rahmet Peygamberi” vasfına asla ters düşmemiştir. Zira O, savaşı da rahmet eylemi haline getirmiş, ilay-ı kelimetullah için son bir çağrı vesilesi ve uygulaması şekline dönüştürmüştür. İslam olma davetini kabul etmeyen ve Müslümanlara silah çekenlere karşı savaş yapmıştır. İman ettiğini söyleyenlerin hangi hal ve şartta olursa olsun öldürülmemelerini ilke haline getirmiştir. Cihadı bir kahramanlık gösterisi veya çapul, güncel ifadesiyle sömürü vasıtası olmaktan çıkarmış, insanların hakkı görebilmeleri ve kabullenmeleri için son çare olarak uygulamıştır. Bu, tedavide cerrahi müdahalenin son çare olarak kullanılması gibi pek tabii ve hatta zaruri bir tavırdır. Bir başka ifadeyle, İslam’da silahlı mücadele tıptaki cerrahi müdahale konumundadır. Bu sebeple de cihad bir rahmet ve şefkat ilkesi ve uygulamasıdır. Hem savaş hem de barış anlamına gelen “melhame” kelimesinden hareket ederek (17) Hz. Peygamber’in “ene nebiyyu’r-rahme ve ene nebiyyü’l-melhame” ifadesini “Ben rahmet peygamberiyim, ben salah ve barış peygamberiyim” diye anlamak ve yorumlamak da mümkündür. Nitekim Mekke fethine giderken son resmî geçit esnasında Ensar’ın komutanı Sa’d b. Ubade, Ebû Süfyan’a duyuracak şekilde “Bugün büyük savaş günüdür” diye bağırmıştı. Ebû Süfyan’ın şikayeti üzerine Hz. Peygamber ” Bugün Allah’ın, Kâbe’nin şanını yücelteceği bir gündür. Bugün merhamet günüdür…” (18) diyerek Sa’d b. Ubade’nin sözlerini düzeltmiş ve fetih gününü merhamet günü olarak ilan etmiştir.

Bu beyan ve arkasından, Kâbe’yi putlardan temizlediği halde, kendisini sekiz yıl önce Mekke’den hicrete mecbur eden Kureyşliler için ilan ettiği genel af, Hz. Peygamber’in ne anlamda ve nasıl bir savaş ya da barış Peygamberi olduğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber, Allah’ın birliği inancının inananlara kazandırdığı yepyeni bakış açısıyla, hukuk bakımından herkesin aynı ve eşit olduğunu, kimilerinin doğuştan haklı, kimilerinin de doğuştan haksız olmadığını, bitki, hayvan, tabii çevre gibi insanla alakalı diğer yaratıkların da belli haklara sahip ve şefkatle muameleye layık olduklarını hem ilan etmiş hem de fiilen göstermiştir.

O, hatasını anlayıp pişman olan ve tevbe eden herkesin tevbesini kabul etmiş, asla geçmişini başına kakmamış, insanların arınmasını ve düzelmesini kolaylaştırmıştır. Böylece O, hem tevbe Peygamberi olmanın gereklerini yerine getirmiş, hem de şefkatin, affı da gerektirdiğini göstermiştir.
Din ve İnanç Hürriyeti

Yahudi cenazesi bile Hz. Peygamber’den, “O da bir insan değil mi?” (19) diye ihtiram görmüş, İslam hakimiyetini kabul edenler hem kendi din ve inançlarında yaşamaya devam etmiş hem de verdikleri cizye karşılığı olarak korunmalarını temin etmişlerdir. Çünkü O, kimseyi zorla Müslüman yapmayı düşünmemiştir.

Güven Ortamı İhtiyacı

İslam’a özgürlük ve güven ortamı gerektir. Kalp ve kafalara nüfuz edebilmek için bu ortama ihtiyaç vardır. Bu sebeple terör odakları (kişi ve kurum olarak) Hz. Peygamber’in insanlığa şefkatinin gereği olarak ortadan kaldırılmıştır. İslam yurduna ve Müslümanlara karşı kuvvet toplayan, provakasyon düzenlemeye kalkan kişilerin, özel görevlilerce daha başlangıçta etkisiz hale getirilmesi ve Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Mescid-i Dırar olayı (20) bu uygulamanın en çarpıcı örneklerini teşkil eder. Bilindiği gibi Medine’de münafıkların Müslümanlar aleyhinde kullanmak üzere yaptıkları bir mescid vardı. Aynı zamanda gizli silah deposu olan bu mescid, Kur’ân-ı Kerim’de Dırar Mescidi diye nitelendirilmiştir. Bu mescid, tebük seferinden dönüşte gelen vahiy üzerine Hz. Peygamber tarafından yaktırılıp yıktırılmıştır. Bu yıkım, ilahî rahmetin ve mehamet-i Muhammediyye’nin, İslam’a ait temel bir müessesenin Müslümanlar aleyhine kullanılmasına, istismar edilmesine ümmete yönelik şefkatinin gereği olarak göz yummadığını göstermektedir.

Üst Kimlik İnşası

O’nun şefkatinde kimlik inkarı yoktur. Aksine üst kimlik inşası vardır. Medine sözleşmesinde, sözleşmeye taraf olan Arap kabilelerinin her biri tek tek sayılmıştır. Yahudi ve Hıristiyanların kimlikleri ve dinlerinin emirleri istikametinde hayatlarını sürdürmeleri imkanı getirilmiştir.

Kişinin milletini sevmesini değil, haksızlığına rağmen milletine yan çıkmasını, destek vermesini kavmiyetçilik (asabiye) olarak tanımlıyordu (21).

O’nun “Savaş Peygamberi” oluşu “Rahmet Peygamberi” vasfına asla ters düşmemiştir. Zira O, savaşı da rahmet eylemi haline getirmiş, ilay-ı kelimetullah için son bir çağrı vesilesi ve uygulaması şekline dönüştürmüştür. İslam olma davetini kabul etmeyen ve Müslümanlara silah çekenlere karşı savaş yapmıştır.

Evrensel Şefkat Belgesi

Hz. Peygamber tarafından engin bir merhamet ve şefkatle yürütülen yirmi üç yıllık tevhid mücadelesi Veda Hutbesi yani evrensel şefkat belgesiyle taçlanmıştı. Merhamet-i Muhammediyye Veda Hutbesi’nde asırları kucaklayan bir gerçekliğe ve sıcaklığa ulaştı.

Amcası Hamza’yı şehid eden Vahşi’yi, ciğerlerini ağzına alıp çiğneyen Hind’i bağışlayan merhamet-i Muhammediyye, Veda Hutbesi’nde bütün kan davalarının kaldırıldığını ilan ederken, geride bu ilanı delillendiren uygulamalara sahip olmanın rahatlığı ve haklılığı içindedir.

Veda Hutbesi, Peygamber’in temsil ettiği rahmet-i ilahiyye’nin evrensel planda son belgesidir. O’nu duyanların orada bulunmayanlara duyurmaları en mukaddes görevleridir. Zira merhamet-i Muhammediyye kıyamete dek tüm dünyalılara yöneliktir. Çünkü Hz. Muhammed evrensel rahmettir. O’na kim tabi olursa hidayet ve mutluluğa erer, kim de O’nun önderliğini reddederse tam bir mahrumiyete düşer. ]]>