İslam inancı, putlaştırılabilecek kimselerin tasvirlerinden şiddetle kaçınmıştır. Bu sebeple, bir kaç asılsız minyatür dışında hiç kimse Rasûlullah’ın resmini çizmeye cesaret edememiştir. Hıristiyan âleminde Hz. İsa için uygulandığı gibi hayalî bir resim yapmaktansa, sahih tariflerden hareketle İslam Peygamberini hilyesinden öğrenip anlatmak; her inananın, gönlünde beliren şekliyle yaratılmışların bu en yücesini tasavvur ederek bağlanmasına vesile olmaktadır. Bu ise, putları yıkan bir iman anlayışı için elbette daha gerçekçidir.
“Süs, ziynet” manasının yani sıra “hilkat, suret, sıfat” manalarını da taşıyan hilye kelimesi, hilye-i saadet veya hilye-i nebevî terkipleriyle daha tamamlayıcı bir mahiyet kazanmaktadır. Eskiden beri göğüs cebinde bir hürmet nişanesi olarak taşınmak için, gündelik el yazısı veya nesih hattı ile küçük çapta yazılan bu metnin, kaynaklarda yer almamakla beraber, ilk defa olarak hüsn-i hattın önde gelen isimlerinden Hafız Osman Efendi (öl. 1110/1698) eliyle levha şeklinde yazılmış bulunduğu kabul edilmektedir. Eski hattatlardan gelen bu konudaki sözlü rivayetler, bilinen hilye şeklinin benzeri hiç bir levha çalışmasına anılan hat üstadından önce rastlanmayışı; Hafız Osman’ın ise hem bu biçimi denemek, hem de farklı hilye metinlerini araştırıp bulmak ve bunu yazmak hususundaki sanatkârca gayretinin kesinlikle belirlenişi, bu kanaatin doğruluk payını artırmaktadır. Hilye levhalarının tarihî gelişimine geçmeden, en yaygın olan şekline göre tasarlanmış bölümleri incelenirse:
Hafız Osman hilye için yaygın olan bu biçimi geliştirmeden önce, katlanarak göğüs üzerindeki cepte taşınabilecek boyda ve yalnız nesih hattıyla Türkçe mealli hilyeler yazmıştır. Şimdiye kadar üçüyle karşılaştığımız bu hilyelerden birinde 1079/1668 tarihi görülmekte, hattatımızın daha 26-27 yaşlarındayken hilye yazmaya başladığı belirlenmektedir. 22×14 cm. ebadında dört sütun üzerine tertiplenmiş olan ve Arapça bilmeyen Osmanlı Müslümanına hitap edebilmek bakımından isabeti bulunan bu hilyede asli metin düz satır halinde, Türkçe meal ise çok daha ince nesih hattıyla -düz satırı üçgene tamamlayacak verev satırlarla- yazılmıştır. Üç yüz yıldan fazla bir zaman öncesine ait olan ve Hafız Osman’ın ravisini belirtmediği bu hilyenin meal kısmı -devrinin diliyle- şöyledir; “Mübarek alnı açık idi. Mübarek sakalı değirmi idi. Mübarek sakalına ak düşmüş idi. Mübarek gözleri kara idi. Bazılar eyitti: Ela gözlü idi. Bazılar eyitti: Aka mail idi. Bazılar eyitti: Sarıya mail idi. Mübarek kaşları açık idi. İnce kaşlı ve tatlı dilli idi. Mübarek dişleri seyrek idi. Mübarek burnu yüce idi. Buğday tenli idi, derler. Mübarek kulakları küçük idi. Mübarek damarları ince idi. Mübarek yüzü ve sakalı değirmi idi. Mübarek alnı geyn (geniş) idi. Mübarek elleri uzun idi. Mübarek boyu mevzun idi. Mübarek kadleri orta idi. Mübarek parmakları ince idi. Mübarek beden-i şeriflerinde kıl yoğ idi. İlla bir hat var idi, mübarek göğsünden mübarek göbeğine varınca iki omuzu mabeyninde, mühr-i nübüvvet var idi. Ol mühr-i nübüvvetin, karnında yazılmıştı.”
Bu ilk hilye tertibinden sonra Hafız Osman, yüzyıllarca devam edecek olan en yaygın hilye biçimine geçişinde Hz. Ali rivayetinin sadece asli metnini yazmaya başlamıştır. Bu rivayetin meali de şöyledir: “Hz. Ali, Hz. Peygamber’i vasfettiği zaman şöyle buyurdu: Hz. Peygamber’in boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa, ne de düz uzun saçlıydı; saçı, kıvırcıkla düz arası idi. Değirmi yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında, bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında ‘nübüvvet mührü’ vardı. Bu, onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, O’nun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler; fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O’nu her şeyden çok severlerdi. O’nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: ‘Ben, gerek O’ndan ve gerekse O’ndan sonra, Rasûlullah (sav) gibi birisini görmedim’ demek suretiyle O’nu tanıtmak hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah’ın salat ve selamı onun üzerine olsun.”
Hilyenin bu biçimi, bazen cebe sığabilmesi için üçe katlanabilir boyda ve katlanma yerleri deri yahut bez şerit yapıştırılarak takviye edilmiş murakkaa tarzında yazıldığı gibi, ahşap üzerine yapıştırılmış daha büyük boylu levha hilyeler de mevcuttur. Lakin ağaç kurtları böyle hilyeler üstünde delikler açarak onları harap etmişler; ayrıca o devirlerde üzerine cam geçirilmeyen bu hilyeler, aydınlatmada kullanılan yağ kandillerinin isiyle aşırı derecede kararmışlardır. Hafız Osman hilyenin bu şekline geçtikten sonra, bazen asıl metni kısaltarak göbek kısmına sığdırmış, etekte ise yine aynı kalemle Türkçe:
“Kametin ey bûstân-ı lâmekân pîrâyesi Nûrdan bir servdir, düşmez zemine sayesi” beytini yazmıştır. Hafız Osman’ın ömrünün sonlarında (1109/1697) yazdığı bilinen Hz. Ali rivayeti metinden başka, aynı biçimde ve cep için üçe katlanacak murakkaa şeklinde Ümm-i Ma’bed (hicret yolunda Hz. Peygamber’le karşılaşıp konuşan bir kadıncağız) rivayeti hilyesi de görülmüştür. Bu hilyenin meali de şöyledir;
“Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; şişman olmadığı gibi zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıklarındaki kıllar gümrahtı. Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı, konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse, ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep O’nu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi.”
Hafız Osman, hilyelerinde besmele ve âyet için sülüs, metin kısmı için nesih, imza için de nesih veya rıka’ (icazet) yazılarını kullanmış, besmele için bazen muhakkak hattını da tercih etmiştir. Hafız Osman sonrası, işte bu biçimiyle yeni hattat nesillerine intikal eden hilye yazıcılığı, sanatkarın ibda’ kabiliyetine göre farklılıklar göstermektedir. Bu cümleden olarak, mesela Yedikuleli Abdullah (öl. 1144/1731), Şekerzâde Mehmed (öl. 1166/1752). Mustafa Rakım (öl. 1241/1826), Abdülkâdir Şükri (öl. 1221/1806), Mahmud Celaleddin (öl. 1245/1829), Esma İbret Hanım (XIX. yüzyıl) kendilerine has biçimde hilyeler bırakmışlardır. XIX. yüzyılda büyük ebatlı kağıt imali arttığından hilyeler de çok daha büyük boyda yazılmaya başlanmış; saray ve konakların baş odalarının geniş duvarlarında layık oldukları mevkii almışlardır. Bu hilyeler artık ahşap yerine hususi mukavvalarına yapıştırıldığı cihetle, zamanımıza sağlam olarak erişmişlerdir. Büyük ebatlı hilye yazmayı, her boyda olmak üzere 200 civarında hilye yazmış bulunan Kadıasker Mustafa İzzet Efendi (öl. 1293/1876) başlatmış, tabiidir ki sülüs-muhakkak ve nesih yazıları da böyle hilyelerde celi vasfını kazanmıştır. Yine fazla hilye yazanlardan Hasan Rıza Efendi (öl. 1330/1920) ise büyük ebatlı hilyelerinin etek kısmı altına celi sülüsle “Sen olmasaydın, ben bu âlemleri yaratmazdım.” kudsi hadisini de ilave ederek hilye boyunu 2 m.’nin üstüne çıkarmıştır. Yine büyük boy hilye yazanlardan, Fehmi Efendi (öl. 1333/1915) metin kısmında sülüs kullandığı gibi, hilyelerinde gubârî denilen çok ince yazıya da büyük bir ustalıkla yer vererek bunlarla çiçek motifleri resmetmiştir. Hat sanatında hilye şekli, namlı hattatlarca, “aşere-i mucizat”ın (Hz. Peygamber’in on mucizesi) ve ayrıca taun (veba) duasının yazılmasında da denenmiştir.
Ahşaba yapıştırılmış bulunan eski hilyelerin üstü, tepelikli olarak oyulup kesilmiş; bu kısımlara taç şeklinde tezhibin yanı sıra Medine-i Münevvere (hususiyetle Ravza-i Mutahhara) minyatürü birlikte resmedilmiştir. Bu minyatürün bazı hilyelerde besmelenin civarına yerleştirildiği de görülür. Hat sanatının köklü gelenekleri arasında bulunan icazetnamelerin (diploma) hilye yazmakla da alındığı görülmüştür. Mesela Sultan II. Mahmud (öl. 1255/1839), Filibeli (Bakkal) Arif Efendi (öl. 1327/1909), Hacı Kamil Akdik (öl. 1360/1941) ve Şeyh Aziz Rifai (öl. 1353/1934) sülüs-nesih hattından icazetnameye birer hilye-i nebevî yazarak hak kazanmışlardır. Alışılagelmiş biçimiyle hilye yazmakta tanınmış hat sanatkarları arasında -yukarıda zikredilenlerden başka- Mustafa Kütahî (öl. 1201/1787 den sonra), İsmail Zühdi Efendi (öl. 1221/1806), Çömez Mustafa Vasıf (öl. 1269/1853), Abdullah Zühdi (öl. 1296/1879), Mehmed Şefik Bey (öl. 1297/1880), Mehmed Şevki Efendi, Muhsinzade Abdullah Bey (öl. 1317/1899), Hacı Kamil Akdik, Hamid Aytaç (öl. 1401/1982) ilk akla gelenlerdir. Bu hususta daha birçok isim sıralanabilir. Bununla beraber, hat bakımından sanat değeri taşımayan hilyelerin de sayısı az değildir.
Hat sanatı devamlı gelişerek zamanımıza kadar eriştiği için, hatla uğraşanlar hilye formasının enfes ve nadide örneklerini bulup çıkarmaktan manevi haz ve şeref duymuşlardır. Bilinen tarzda yazılanların dışında hilyeye bir yenilik getirmek, bu konuyla uğraşanların şiarı olmuştur. Yeri gelmişken belirtelim ki: Hilye levhalarıyla teşerrüfü kırk beş yılı bulan bu makalenin yazarı, şimdiye kadar hiç rastlamadığı hilye biçimleriyle hâlâ karşılaşmaktadır; öylesine çeşitlilik mevcuttur.
XIX. ve XX. yüzyılın iki maruf hattatı, belki de ulemadan bir zatın hatırlatmasıyla, hilyede o devre kadar yazılmadık metinleri denemiştir: Yahya Hilmi Efendi (öl. 1325/1907), sahabeden Ebû Hüreyre’nin yine Hz. Ali kaynaklı, fakat daha farklı ve uzun olan metnini levha olarak birkaç kere yazmıştır. Ancak bu metin bir hayli uzun olduğu için, göbek ve etek içindeki nesih hattıyla yazılan kısım alışılagelmiş hilyelerden daha geniş yer kaplamıştır. Reisülhattatin Kamil Akdik de Hz. Hasan’ın, Hz. Peygamber’in üvey oğlu Hind b. Ebî Hale’den naklen rivayetini levha şeklinde iki defa yazmıştır. Hz. Hasan’ın ifadesiyle olan bu hilyenin meali de şöyledir: “Peygamberimiz’in hilyesini çok iyi bilen dayım Hind b. Ebî Hale’ye, Hz. Peygamber’in üstün vasıflarını sordum ve olduğu gibi belleyip hafızama nakşetmek için, bana O’ndan bahsetmesini rica ettim. Bu isteğim üzerine, dayım Hind b. Ebî Hale şöyle buyurdular: ‘Rasûlullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki ayın parlaklığı gibi nur saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa olup, başı büyükçe idi. Saçları, kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimiz’in rengi nurani beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları hilal gibi, gür ve birbirlerine yakındı; çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, öfkeli hallerinde kabarır, sair zamanlarında ise gözükmezdi. Burunlarının üst tarafı biraz yüksekçe olup, üstü ince idi. Mübarek burnunun üstünde -onu yüksek gösteren- bir nur vardı ki, dikkatlice bakmayan kimseler, Peygamberimiz’i kartal burunlu zannederlerdi. Sakalı sık ve gür; yanakları ise yumru olmayıp düz idi. Saadetli ağızları geniş, ön dişlerinin arası seyrekti. Göğüs çukuru ile göbeği arasında ince bir şerit gibi uzanan kıllar vardı. Gerdanı, saf mermerden tıraş edilen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün azaları birbiri ile uyumlu olup, yakışıklı bir yapıya sahipti: Ne şişman, ne de çok zayıftı; karnı ile göğsü aynı hizada idi. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, kemik mafsalları kalınca, vücudunun açık yerleri gayet nurlu idi. Göğüs çukuru ile göbeğinin arasını birleştiren kıllar, ince uzun bir şerit gibi uzanırdı. Bu uzanan kıllar dışında memelerinde ve karnında kıl yok idi; kolları, omuzları ve göğüslerinin üst tarafları ise son derece kıllı idi. Bilekleri uzun, el ayaları geniş, el ve ayakları kalın, parmakları ise uzunca (veya: kalınca) idi. Ayaklarının altı çukur (kemerli) idi; düztaban değildi. Ayaklarının üstü ise pürüzsüzdü; öyle ki, üzerine su dökülse yağ gibi akar giderdi. Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla beraber, sükunet ve vakar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümü verirlerdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücutları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selam verirdi.’ ”
Tamamı kûfi hattı ile yazılmış olan hilye enderdir. Metin kısmında nesih yerine bütünüyle sülüs hattı kullanarak Bakkal Arif Efendi (öl. 1327/1909) mükemmel bir hilye yazmış, son devir hattatlarından Hacı Nuri Korman’ın (öl. 1371/1951) da zikredilen hatla bir kaç hilyesi görülmüştür. Talik hilyenin ilk denemesine Hafız Osman devrinden hemen sonra rastlanırsa da, sanat vasfı kazanmış talik hattı ile hilye Yesarî Mehmed Esad Efendi’yle (öl. 1213/1798) başlar. 1192/1778 tarihli bu hilyenin hurde (ince) talikle yazılmış olan asli metni göbeğe sığdırılmış, etek kısmına ise Türkçe:
“Ey mihr-i cihan-tâb-i sipihr-î ezelî
V’ey mâh-ı munîr-î felek-î lem-yezelî
Pervâne gibi şem’ine cem’ oldu senin
Bûbekr ü Ömer, Hazret-i Osman ü Alî” rubaisi yerleştirilmiştir.
Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi (öl. 1265/1849) de bir hayli talik hilye yazmış, aşere-i mübeşşereye yer verdiği beyzî göbekli hilyelerinin etek kısmına ise Farsça:
“Deh yâr-î Bihiştî end meydan
Bûbekr ü Ömer, Ali vü Osman
Sa’dest ü Sa’id ü Bû Übevd
Talha’st ü Zübeyr ü Abd-i Rahman” kıtasını yerleştirmiştir.
Yesârizâde’nin iki hilyesi devrinin iki namlı müzehhibi olan Ahmed Hezargrâdî ve Hüsni Efendiler tarafından zer-endûd (sürme altın) tarzıyla işlenmekte de ilk olmuştur.
Talikte hilye yazmakta son zirve isim Hulusi Yazgan’dır (öl. 1358/1940). Dairevî veya beyzî göbekler kullandığı gibi, eteksiz hilyeler de yazmıştır. “Ve mâ erselnâke…” âyeti yerine Ulu Arif Çelebi’ye ait “Mustafâ mâ câe illâ rahmeten lil-âlemin” mısraını kullanmak ve etek kısmında bazen sahabeden Hassan b. Sabit’in Hz. Peygamber hakkındaki “Ve ahsenü minke..” kıtasına yer vermek de ona mahsustur.
Hüsn-i hat öğretiminde, mürekkebat meşkinin son safhasında Hz. Ali rivayeti olan hilye metninin sülüs-nesih meşki için kullanıldığı da görülmektedir. Sedefle işlenen, sülüs-nesih hattıyla bir hilyede de büyük başarı sağlanmıştır. Fatih Camii müezzini Arab tarafından 1315/1897’de yazılan bu hilye Mûsika-i Hümâyun çavuşlarından Said Ali tarafından abanoz üstüne sedefle işlenip Sultan II. Abdülhamid’e sunulmuştur.
Hilye levhalarının tezhip cihetinden bahtsızlığı, XIX. yüzyıldan başlayarak tezyinatımıza musallat olan Batı taklidi desenlerden yanadır. Pek az istisnasıyla, o mükemmel yazı örneklerinin ne idüğü belirsiz motifler arasında kaybolup âdeta görünmediği hilye örnekleri ekseriyettedir. Ancak 1940’lardan başlayarak klasik tezhibin ilhamıyla hazırlanan veya eski desenleri örtülerek yenilenen hilyeler, tezhipleriyle İslam Peygamberi’ne layık olmaya çalışan bir çehreyle ortaya çıkabilmişlerdir. Bu konuda ilk hatırlanacak müzehhip isimleri Muhsin Demironat (öl. 1983), Rikkat Kunt (öl. 1986) ve Mihriban Sözer (Keredin)’dir. Hilye-i Nebevî levhalarının yazılması ve bezenmesi sadece Osmanlı Türkleri’ne ve onların Cumhuriyet devrindeki torunlarına has olup, diğer İslam ülkelerinde bu tarz bir uygulamaya rastlanmaz.
Son devirde Ahmed Cevdet Paşa’nın (1822-1895) Kısas-ı Enbiya’sında mevcut Türkçe metinden faydalanılarak Türkçe hilye de tertip edilmiş, hatta geçen asrın sonlarında hattat Bakkal Arif Efendi’ye yazdırılıp, Osmaniye Matbaası’nda o devrin imkanlarına göre mükemmel bir şekilde ve iki farklı boyda bastırılmıştır (1304/1887).
Hat sanatında hilye sınıfının bir şubesi sayılabilecek olan Hilye-i Hakanî kitabetinin de yeri mühimdir. Hakanî Mehmed Bey’in (öl. 1015/1606) bu latif eseri talik hattıyla murakkaa ve levha şeklinde yazılmıştır. Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin kaleminden çıkan 24 kıtalık murakkaa ayrıca Nazif Bey (öl. 1331/1913), Ömer Vasfi Efendi (öl. 1347/1928) ve Şeyh Aziz Rifaî tarafından taklit edilmiştir. Levha şeklindeki enfes bir Hilye-i Hakanî de Arnavutköyü Tevfîkıye Camii’nde Arabzâde Sadullah Efendi’nin (öl. 1259/1843) talik hattıyla mevcuttur. Eskiden konak duvarlarına kuşak şeklinde sırayla asılmak için, koyu renge boyanmış ince ahşap levhalar üstüne varak altınla, Yesarî Esad Efendi’nin müstakil satırlar halindeki celi talik kalıplarından silkelenerek hazırlanmış olan Hilye-i Hakanî de görülmüştür.
Başta Topkapı Sarayı Müzesi, Türk-İslam Eserleri Müzesi, İstanbul Vakıflar Hat Sanatı Müzesi olmak üzere muhtelif müzelerde, bazı kütüphanelerde (Süleymaniye, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi), cami ve mescidlerde, hususi koleksiyonlarda hilye örnekleri yer almaktadır. Ancak, bir daha toplanamayacak kadar fazla sayıdaki (100’ün çok üstünde, bir rivayete göre 160) seçkin hilyelerden oluşan bir koleksiyonun 1950’li yıllarda dağılıp gidişi, sanat ve dinî kültür namına üzüntüyle hatırlanacak bir vakıadır.
Hilyenin, bulunduğu yere huzur, bereket, saadet getireceğine; orayı afetlerden ve yangından koruyacağına inanılmıştır. Bu levhaların sanki Hz. Peygamber’in zatî bir hatırası gibi tazim edilmesi ve evlerde üstünün tüllerle örtülerek muhafazası da geçmiş zaman İstanbul’unun dinî folklorunda göze çarpan bir husustur.