Hz. Muhammed (sav) çocukluk devresini geçirerek mensubu bulunduğu cemiyete onun bir üyesi olarak katıldıktan sonra, cemiyet içerisinde bütün olanlara karşı şüpheler duymaya başlamıştır. Bu şüpheler, O’nun, o günkü cemiyet içerisinde nesilden nesile devredilen hareket ve davranışlar bütününü benimseyip, bunları kendi hayatına tatbik etmesine müsaade etmemiştir. Bu durumda Hz. Muhammed (sav) hayatını kendi akl-ı selimiyle ve sezgileriyle bulduğu doğrular istikametinde tanzim etmek, insanlar arası münasebetlerini yine bu ölçüler içerisinde geliştirmek gibi bir tavrı benimsemiştir. O’nun bu hareket ve davranışları İslâm’ın resmen vahye istinad etmeyen ilk tebliğleri oluyordu.
Tabiîdir ki, bu hareket ve davranışların o günkü cemiyette alışılagelmiş hakim davranış kalıpları üzerine müessir olması beklenemezdi. Fakat, o güne kadar tatbik edilegelmiş bu davranış kalıpları üzerinde tümüyle tesirsiz kaldığını söylemek de gerçeği yansıtmayacaktır.
Hz. Muhammed (sav)’in gözler önüne serdiği bu davranış kalıpları “hayat, insan, hürriyet, hak, adalet, eşitlik, doğruluk, emek” gibi kavramlara yeni boyutlar getirmiş, buna benzer diğer bazı kavramların da başka türlü anlaşılabileceği, hatta anlaşılması gerektiği hususunda zihinlere yeni düşünceler ilham etmiştir.
Hz. Muhammed (sav) cemiyete onun bir üyesi olarak katılmıştı. Fakat, o günkü cemiyette insanlar babalarından, dedelerinden devraldıkları hareket ve davranış kalıplarını uygulamakta, onların değerlerini paylaşmakta ve yaşamakta son derece kararlıydılar. Bunların kendilerinden sonra evlatlarına intikali için de tavizsiz bir tutum içindeydiler.
Bütün bunlara rağmen, bu insanlar kendi hareket ve davranışlarını kabul etmeyen, değerlerini paylaşmayan, aksine cemiyete yeni değerler teklif eden Hz. Muhammed (sav)’i “Emin” sıfatı ile tavsif ediyorlar, O’na “Muhammedü’l-Emin” diyorlardı.
Halbuki, bu insanların, bu vasfı, hareket ve davranışlarındaki taviz tanımaz tutumu, değerlerini paylaşmada ve yaşatmadaki ısrarı, bunların daha sonraki nesillere intikalindeki kararlılığı ile asra yaklaşan ömründe kendilerini en iyi temsil etmiş birine layık görmelerini beklemek hakkımız idi. Bu insanların bu vasfı, kendi değerlerini paylaşan ve onları yaşatmak için ömür tüketen birine değil de, aksine onları reddeden ve cemiyete yeni değerler getiren bir “kimseye” layık görmeleri, üzerinde önemle durulması gereken bir husus olmalıdır.
Hz. Muhammed (sav) babasından yetim, anasından öksüz kalmıştı. Arkasında hiçbir otorite yoktu. Yine de cemiyet ona “Emin” diyordu.
Zenginler bu kavramı iktisadî açıdan düşünüyorlardı. Onlar bu kavramla, Hz. Muhammed (sav)’in ticarî ve diğer malî münasebetlerinde son derece güvenilir olduğunu anlıyorlardı. Bu yüzden ona “Emin” diyorlardı.
Asiller tabii olarak şeref ve haysiyetlerine düşkündüler. Onlar bu kavramdan Hz. Muhammed (sav)’in kendi şereflerine, haysiyetlerine, itibarlarına ne kadar riayetkar olduğunu anlıyorlardı. “Emin” demekle O’nun yalan, iftira, tezvir, dedikodu gibi yollarla şereflerini haleldar etmeyeceğini anlatmak istiyorlardı.
Cemiyet içerisinde idareci durumunda olan kimseler –bunlar tabii ki asillerdendir- bu kavrama daha değişik bir mana veriyorlardı. Onun varlığını sınıflar arası çekişmelere, kabileler arası çatışmalara karşı teminat görüyorlardı. Bu kavramla, O’nun cemiyet içerisindeki hakim nazım rolüne ve hadiseler karşısındaki müspet tutumuna karşı şüphe beslemediklerini anlatmak istiyorlardı.
Muharipler, cengâverler tabii olarak bu kavrama daha başka bir mana ve yorum atfediyorlardı. Onlar bu kavramla Hz. Muhammed (sav)’in harplerde kendisine güvenilir olduğunu, ortaya çıkacak şartlar altında onun saflarını terk etmeyeceğini anlıyorlardı. Bunu, dost düşman herkese anlatmak istiyorlardı.
Sosyal, ekonomik ve fizikî yönden güçsüzler de bu kavrama kendilerine uygun gelecek bir mana veriyorlardı. Fakirler kendi hallerine ve şartlarına göre, bu kavrama daha değişik boyutlar getirmişlerdi. Bu insanlar malî yardım ve diğer ihtiyaçları için Hz. Muhammed (sav)’e geldiklerinde O’nun kendilerine bütün imkanlarıyla yardımcı olacağına, hatta kefaletiyle dostlarından onlar için yardım talep edeceğine inandıklarını, bu hususta endişe taşımadıklarını göstermek istiyorlardı. Acizler bu kavrama düçar oldukları acizlikleri ve çaresizlikleri açısından bakıyorlardı. Bu insanlar, ona “Emin” demekle zulme uğradıkları zaman zalim kim olursa olsun her türlü şarta rağmen Hz. Muhammed (sav)’in kendi haklarını koruyacağından emin olduklarını, buna inandıklarını anlatmak istiyorlardı. Kimsesizler, himayesine sığındıkları takdirde, O’nun bir kardeş, bir ağabey, bir baba gibi kendilerine kol-kanat gereceğinden emin olduklarını, O’nun sayesinde her türlü korkudan uzak yaşayacaklarını anlatmak istiyorlardı. Köleler bu kavramla, herkesin kendilerini dövdüğü, sövdüğü, hor gördüğü bir dünyada O’nun kendilerini dövmeyeceğini, sövmeyeceğini, hor görmeyeceğini, kötü söylemeyeceğini anlıyorlardı. Hiç kimsenin kendilerini insan yerine koymadığı bir cemiyette O’nun kendilerini şerefli birer insan görüp, ona göre kendilerine muamele edeceğinden emin olduklarını, buna inandıklarını anlatmak istiyorlardı.
Haklı olarak, bu insanların babaları, dedeleri ve kendileri gibi hayat tarzı gösteren, içki içen, kumar oynayan, fuhuş yapan, yalan söyleyen, iftira eden, çapulculukla zaman geçiren, putlara tapan ve daha başka değerlerini istisnasız ve münakaşasız kabul eden ve onu cemiyetle paylaşan bir kimseyi, ancak “Emin” sıfatıyla tavsif etmeleri beklenirdi. Olanların beklenilenin hilafına olması, bütün görüşlerimizi ve yorumlarımızı bir noktada birleştiriyor. Hakikaten zahirde bu insanlar bütün yapıp ettiklerinden ve değerlerinden şüphe ediyor değildiler. Fakat, bu insanların kendileri gibi yaşamayan, daha başka hayat tarzı gösteren, cemiyete farklı değerler getiren Hz. Muhammed (sav)’i “Emin” olarak göstermeleri, insanların o güne kadar bütün yapıp ettiklerine, hareketlerine, davranışlarına ve paylaştıkları değerlerine karşı “şuur altı”nda şüpheler, kuşkular, tereddütler beslediklerini göstermesi bakımından önemlidir.
İslam Medeniyeti’nin ilk vahyinden itibaren takip ettiği yol, benimsediği usûl hep bu insanların yapıp ettiklerine, geliştirdikleri değerlerine karşı şuur altında mevcut kuşku ve tereddütlerin şuur seviyesinde idrakine yardımcı olmak gayesini taşır. İslâm medeniyetinin benimsediği bu yolla varmak istediği nokta, bu insanların hareket ve davranışlarına ve değerlerine karşı şuur-altında mevcut şüphe ve tereddütleri besleyen “hakikat fikri”nin şuurlaşmasına yardım etmektir. Toplumun kendilerine verdiği eski, yanlış şartlanmalardan –putlara tapma gibi- kurtulmalarına imkan tanımaktır.
İslâm öncesi devrede bu insanlar kendileri gibi yaşamayan ve kendilerininkilerden farklı değerler getiren Hz. Muhammed (sav)’e “Emin” demeleri, iki bakış açısı göstermekte ve dolayısıyla bizleri iki mühim noktaya sevketmektedir:
- Bu insanlar, zahirde bütün yapıp ettiklerine ve değerlerine nihaî doğrular olarak baksalar da, hakikatte bunların doğruluğundan şuur altında şüpheler taşıyorlardı. Bunların doğruluğuna kani değildiler. Bu durumda bu insanlar, “yanlış”ı bulmuşlardı. Bunun için kendilerine “yanlış nedir?” sorusunu sormuş olmaları gerekirdi.
- Bu insanların yanlışı tanımaları “doğruyu bildikleri” görüşünü haklı kılar. Bunun için, bu insanların kendilerine “doğru nedir?” sorusunu sormuş olmaları gerekir. Bu insanlarda en azından nüve halinde doğruluk fikri bulunmalıydı. Yoksa Hz. Muhammed (sav)’de hareket ve davranışlar bütünü olarak somutlaşan bu “fikir”, bu insanlar tarafından hemen kabul görmezdi, tasvip bulmazdı, tebcil edilmezdi. O’nu bu kadar beğenmezlerdi, bu derece onu “ideal insan” olarak görmezler ve göstermezlerdi.
O’na Muhammedü’l-emin diyorlardı. Acaba “doğruluk” fikri mi bu insanların yanlışları tanımalarına yardımcı oluyordu, yoksa yanlışlar mı bu zihinlere doğruluk fikrini getirmişti? Tabiî ki burada birinci şık tercihimiz olacaktır. Doğruluk fikri, ancak yanlışları tanımalarına yardımcı oluyordu. Yoksa yanlışlar, daha başka yanlışları getirecekti.