Kur’ân’da iki yüz kadar âyet dua ile ilgilidir. Kur’ân’ın ilk sûresi Fatiha bizzat Cenâb-ı Allah’ın kullarına öğrettiği bir dua özelliği taşır. Bu sûre-i celilede Yüce Allah kulun nasıl dua etmesi gerektiğini de göstermiş olmaktadır. Buna göre, duada önce Allah’a hamd edip, O’nu övgüyle anmak gerekir; sonra Allah’tan bağışlanma, mağfiret gibi manevi isteklerde bulunma, sonra dünyevi nimetler için dilekte bulunma gelmelidir. Fatiha’da bir insan için nimetlerin en önemlisi olan, hidayete erdirmesi, sapmış insanların yolundan uzak bulundurması için Yüce Allah’a yalvarılması gerektiği de vurgulanır.
Hz. Peygamber’in bir hadisine göre dua, ibadetin özüdür. Aslında, namaz da dua anlamına gelmektedir. Dua, sözlükte çağırma anlamına gelmekle birlikte onda daima bir tazim, tazimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Namaz da tazimin en üst noktasıdır. Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre secde kulun Allah’a en yakın olduğu zamandır. Dua, kulun hiçliğini, yoksulluğunu ve Allah’ın yardımına olan ihtiyacını hissetmesidir. Secde bunun en açık biçimde gerçekleştiği andır. Secdede ve ibadetlerin diğer rükunlerinde söylenen ifadeler de açıkça değilse bile zımnen bir mükafat ve sevap temennisi içermesi sebebiyle dua sayılmışlardır.
Dua, kulluğun temel unsurudur, insanın Allah’a yönelmesidir. İnsan, içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmak, bir kötülüğe maruz kalmamak, bir nimete ulaşmak için, Allah’ı anıp, aczini, günahlarını itiraf ederek O’ndan yardım ister. Bu isteği onu, işlediği günah ve kusurlar nedeniyle pişmanlığa, tevbeye, kalbini temizlemeye, kavuştuğu nimet dolayısıyla onun şükrünü eda etme isteğine götürür. Bütün bunlar kulu Allah’a yaklaştırır. Dua insanın, evreni yaratan, eserleri yüce kudretinin ifadesi olan, bütün güzelliklerin kaynağı Rabbine duyduğu hayranlığın bir ifadesidir. Bu bakımdan O’nun emirlerini yerine getiren, tabiatı araştırıp, O’nun yüce kudretini yakinen gören kimsenin mutlak hakikatle teması da bir nevi duadır. Çünkü tabiatı araştıran bir kimse Allah’ın âyetlerini görüp O’na dua ve iltica ihtiyacını duyar. Kur’ân’da buna işaret edilerek şöyle buyrulur: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardına gelip gidişinde akıl sahipleri için açık deliller vardır. Onlar ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın; Sen her türlü eksiklikten münezzehsin. Bizi cehennem azabından koru.” (1)
Birçok âyette canlı cansız bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiği, bildirilir; mesela bir âyette mealen şöyle buyrulur: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların bu tesbihlerini anlamazsınız.” (2) Cenâb-ı Hak, insanın asıl görevinin kulluk olduğunu bildirmiştir: “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (3) Cenâb-ı Hak bu kulluğun insanın sadece sıkıştığı, başı derde girdiği zaman değil, her zaman hatırlanmasını ister. Müslüman’ın şuurunda dinî inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili olması gerekir. Başa gelen sıkıntı için Allah’a dua edilmesi istendiği gibi, müreffeh bir hayat sürerken de Allah’ın hatırlanması istenir. Özü dua olan namazın günde beş vakit farz kılınması insan şuurunda Allah inancının devamlılığını sağlamayı hedefler. Dua ve ibadetin ihmalinin kişinin inancına olumsuz etki yapacağı kuşku götürmez. Bu bakımdan Kur’ân’daki “Söyle onlara ki: Duanız olmasa Rabbin size ne diye değer versin?” (4) âyetini İbni Abbas “İmanınız olmasaydı…” şeklinde yorumlamıştır. (5) İslam dini, ihmal nedeniyle Yaratıcıdan uzaklaşmayı önlemek için dinî inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı tutulmasını istemiş, insana bazı dua ve ibadetleri yerine getirme emri vermiştir. Dua bir zikirdir. Kur’ân ise zikri ibadetlerin en önemlisi sayar. Hz. Peygamber Allah’ı güzel isimleriyle anan kimsenin günahlarının, deniz köpükleri kadar çok da olsa affedileceğini bildirir. (6) Cenâb-ı Hak kulunun isteğine karşılık vermeye hazır olduğunu bildirir ve her vesileyle kendisine başvurulmasını ister. Nitekim bir âyet-i kerimede mealen şöyle buyrulmuştur: “Kullarım sana beni sorduğu vakit de ki, ben muhakkak yakınımdır. Dua edenin duasını bana dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar, umulur ki doğru yolu bulurlar.” (7) Bir hatasından dolayı bağışlanmayı dileyen kulunu Allah affeder. Bir hadis-i şerifte insanların günah işlemeyen kimseler olması halinde Allah’ın onları helak edip, yerlerine günah işleyen ve sonra tevbe eden kullar yaratacağı bildirilir. Bunun anlamı, kuşkusuz, kulları günaha teşvik değil, günah işlemediği kanaatine kapılan insanların kul olma bilincini yitirmiş olacaklarının ve günahın tevbe vasıtası ile insanı Allah’a yakınlaştırmada üstlendiği rolün vurgulanmasıdır. Allah kulunun kendine yalvarmasından, kulluğunu bilmesinden hoşnut olur. Nitekim bir hadis-i şerifte kulun günahından dolayı kendisine yalvarmasından Allah’ın ne kadar hoşnut olduğu, üzerinde su ve yiyeceği bulunan devesini çölde kaybedip sonra onu bulan kimsenin sevincinden temsil getirilerek anlatılmıştır. (8)
İnsanı Allah Teâlâ’ya dua etmekten, O’ndan istemekten hiçbir günah alıkoymamalıdır. Allah şeytanın dahi duasını kabul etmiştir; nitekim şeytan cennetten kovulduğu zaman, Allah’tan insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet istemiş ve kendisine bu mühlet verilmiştir. (9) Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre dua eden bir kimsenin duası şu üç şekilden biri ile karşılanır:
- Ya dua ettiği şey dünyada hemen verilir.
- Ya duasının karşılığında verilecek mükâfat ahirete saklanır.
- Veya üzerinden, istediği iyilik kadar bir kötülük giderilir.
Dua insana zihin duruluğu, moral güç, sağduyu ve feraset kazandırır, ruh sağlığını olumlu yönde etkiler. Dua bir anlamda teslimiyet olduğundan samimiyetle dua eden kul gerçek anlamıyla Allah’a tevekkül eder. Karşılaştığı herhangi bir problemi Allah’tan aldığı cesaret ve güçle daha kolay çözüme kavuşturur.
Bir kudsî hadiste bildirildiğine göre dua ve ibadetle meydana gelen yakınlaşma, Allah’ın sevgisine, bu sevgide kulun sağduyulu bir kişi olmasına ve duyarlı bir vicdana sahip olmasına yol açar. (10) Hz. Peygamber’in bir duasından, duanın işlenen hata ve günahların insan vicdanında bıraktığı izleri giderici, onu berrak bir hale getirici olduğu anlaşılmaktadır. O şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Hatalarımı kar ve dolu suyuyla temizle; beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi kalbimi günahlardan arındır.” (11)
Hz. Peygamber dualarında genel olarak uhrevi mutluluk, kalp huzuru gibi daha çok manevi şeyler istemiştir. Ancak O’nun da en çok yaptığı dualardan biri Kur’ân’ın bize öğrettiği “Allah’ım! Bize dünyada da, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.” (12) duasıdır. Bu dua, gerek dünyada gerekse ahirette istenmesi uygun olan her türlü iyiliği kapsayacak niteliktedir. Hz. Aişe’nin bildirdiğine, göre Rasûlullah’ın duaları kısa, özlü ve kapsamlı idi. (13) O, çoğunlukla, kötü huy ve davranışlardan, manevi belalardan, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır.
“Her şey insanın kaderinde yazılı olduğuna göre duanın ne yararı var?” şeklinde bir karşı çıkış İslam’ın özüne aykırıdır. İslam alimleri kadere dayanarak duayı reddetmek yerine onu da takdirin bir parçası saymayı daha makul görmüşlerdir. Ezelde duaya bağlı olarak takdir edilmiş şeyler yine dua sayesinde meydana gelir. Kaderin olaylara göre önceliği varsa Allah’ın da kaza ve kadere önceliği vardır. Bunun tersine bir düşünce Allah’ı kaza ve kadere mahkum farz etmek sonucunu doğurur. Zaten dua ile amaç -haşa- Allah’a bilmediği bir şeyi hatırlatmak değil, insanın kulluğunu ifade etmesi, ihtiyacını O’na arz etmesidir.