Rahmet ve Şefkati Herkesi Kuşatmıştı

Hz. Peygamber tarafından engin bir merhamet ve şefkatle yürütülen yirmi üç yıllık tevhid mücadelesi Veda Hutbesi yani evrensel şefkat belgesiyle taçlanmıştı. Merhamet-i Muhammediyye Veda Hutbesi’nde asırları kucaklayan bir gerçekliğe ve sıcaklığa ulaştı.

Hz. Peygamber’in nasıl ve ne ölçüde bir rahmet “Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(1)olduğunu anlamak için O’ndan önceki dünyanın durumunu gözden geçirmek gerekir. Tarihen sabittir ki o gün, dünyanın bir çok yöresinde olduğu gibi Mekke toplumunda da putlar hakimiyeti, gönüller fesadı ve dolayısıyla tam bir insanlık dramı yaşanıyordu. Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre, “insanların işledikleri yüzünden karada ve denizde (yani her tarafta) fesad zuhur etmiş, bozgun ortalığı kaplamıştı.” (2)Hz. Peygamber henüz yirmili yaşlardayken, haksızlar ve haksızlıklarla mücadele, mazlumları koruma maksadıyla oluşturulan Hılfu’l-Fudul’a iştirak etmiş, fiilen görev almıştı. Olayı bizzat kendisi peygamberliği döneminde anlatmış ve sonunda, “Bugün de böyle bir cemiyete çağrılacak olsam, derhal icabet ve iştirak ederim.” buyurmuş(3), içindeki merhamet çağlayanının coşkunluğunu nasıl koruduğunu duyurmuştur.

a.  Mekke Yılları

Hz. Peygamber’in sahip olduğu şefkat ve merhamet peygamberlik döneminin Mekke yıllarında, gördüğü kötü muamele ve dayanılması güç kabalıklara karşı gösterdiği sabır; laneti çoktan hak etmiş zalimlere daima hidayet temenni etmesi şeklinde tecelli etmiştir. O acılı Taif yolculuğu dönüşünde, Mekkeli Müşrikler hakkında ne yapılmasını isterse derhal yerine getirileceği Cebrail tarafından kendisine bildirildiği zaman, “Rabbim, halkımı bağışla, onlar ne yaptıklarının farkında değiller.”(4) diye yalvarması, kendisine acımayan düşmanlarına bağışlanma ve hidayet dilemesi, onların soyundan inançlı bir nesil getirmesi için Allah’a dua etmesi (5), dünyada bir eşine daha rastlanmayan bir merhamet ve şefkat belgesidir.

Hz. Peygamber tebliğ ile görevliydi. Tebliğ, şefkat isterdi, merhamet isterdi. O da ulaşabildiği herkese böylesi bir şefkat yüklü tebliğ sunuşunda bulundu. İmkan bulduğu herkesle, her yerde görüştü. Özellikle Kureyş’in Müşrik ileri gelenleriyle görüşmekten asla geri durmadı. Ancak bu arada sade vatandaşları ve müminleri asla ihmal etmemek gerektiği de kendisine Abese sûresiyle ihtar edildi. Her zaman ve her yerde müminleri ihmal etmeyen bir tebliğ faaliyetinin şefkatle yürütülmesine özen göstermek gerekti. Nitekim Hz. Peygamber, kendisiyle görüşmeye gelen herkesle bütün hayatı boyunca görüşmüş, özellikle Medine döneminde, gelenleri şaşırtacak derecede kendilerine ikram ve iltifatta bulunmuştur.

Ondaki merhametin, sabır, mağfiret-hidayet temennisi ve tebliğ (yani eğitim-öğretim) olarak tezahürü, kabalık ve katılıktan başka bir dilden anlamayan Mekkelileri iyice çileden çıkarıyordu. Bunca yaptıklarına niçin karşılık vermeyip de sabrettiğini anlayamıyor, kahroluyorlardı. Yaptıkları işkence onları tatmine yetmiyordu. Çünkü yüce Kitabımızın bildirdiğine göre, merhamet ve sabır en güçlü silahtı, (6). En zalim kişileri bile derinden derine etkilerdi. Mekkeliler bu sabır savaşına dayanamadılar, rahmet ve merhamet odağı Hz. Peygamber’i Mekke’den çıkmaya mecbur ettiler. Oysa O (sav) büyük bir lütuftu: “Andolsun ki içerinden kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”(7)

Hz. Peygamber’in peygamberliği tüm insanlara yönelik olduğuna göre, tabii olarak şefkat ve merhameti de bütün insanlığa dönük olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ O’nu bize şöyle tanıtmıştır:

“Andolsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O size düşkün müminlere karşı pek şefkatli, çok merhametlidir.” (8)

Üstün vasıflardan bir kısmını bu âyette topluca bulduğumuz Hz Peygamber, müminlerin hidayetinden sevinmiş, onların sıkıntıya düşmelerinden son derece mahzun olmuş, onlara büyük bir şefkat göstermiş, münafıkları kendisini rahatsız eden davranışlarına rağmen öldürtmemiş, Müslümanlarla aynı muameleye tabi tutmuştur. “Muhammed ashabını öldürtüyor” propagandasına asla imkan ve fırsat vermemiştir. İman etmeyenler onun için sürekli ıstırap kaynağı ve davet konusu olmuştur. “(Rasûlüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse canına kıyacaksın!” (9) âyeti, O’ndaki insanlığa karşı duyduğu şefkatin ve dolayısıyla iman mutluluğundan uzak kalmalarından ötürü hissettiği üzüntünün boyutlarını ortaya koymaktadır.

Hz. Peygamber’in sahip olduğu şefkat ve merhamet peygamberlik döneminin Mekke yıllarında, gördüğü kötü muamele ve dayanılması güç kabalıklara karşı gösterdiği sabır; laneti çoktan hak etmiş zalimlere daima hidayet temenni etmesi şeklinde tecelli etmiştir.
b.  Medine Günleri

Hz. Peygamber’in Medine hayatı merhamet-i Muhammediyye’nin tam anlamıyla en yüksek seviyeden tecelli dönemidir.

Hz. Peygamber evinde sade ve tabii bir aile reisidir. Aile fertlerine ve çocuklara fevkalade müşfiktir. Enes b. Malik (ra), on sene kendisine hizmet ettiğini, bu süre içinde bir kez olsun azar işitmediğini, büyük bir memnuniyetle dile getirmiştir. Hatta bir keresinde, gönderdiği yere giderken yolda rastladığı çocuklarla oyuna dalıp kaldığını, daha sonra oraya gelen Hz. Peygamber’in sıcak bir tebessümle, sadece, gönderdiği yere gidip gitmediğini sorduğunu anlatmıştır. Bir başka gün yaşlı bir hanım, işini gördürmek için Medine dışındaki mahalleye kadar Hz. Peygamber’i götürecektir. O’nun merhameti, kendisinden bir şey isteyen kimseye “yok” demesine müsaade etmemektedir. Varsa vermekte, yoksa sadece sükut etmekte, beklemektedir.

Çocuklar, yetimler, kimsesizler, yaşlılar ve zayıflar merhamet-i Muhammediyye’de en büyük pay sahibiydiler. Namazda bile omuzuna aldığı çocuklar, sefer dönüşünde terkisine ve kucağına kabul ettiği yavrular, her gördüğü yerde kendilerine selam verip başlarını okşadığı küçükler, geleceğin merhametli büyükleri olarak hep merhamet-i Muhammediyye ile beslendiler, eğitildiler.

Mescide pislemekten, yakasına yapışıp bir şeyler istemeye kadar uzanan kaba ve katı davranışlar O’ndan hep anlayış ve tebessüm gördü. Hayvanlar hedef olarak dikilip öldürülmekten, ateşle dağlanmaktan, susuz ve aç bırakılmaktan, ağır yük taşımaktan, dövülmekten, sövülmekten, lanet olunmaktan hep Hz. Muhammed (sav)’in merhamet dolu uyarıları sayesinde kurtuldu. Bir kediyi hapsedip aç susuz bırakarak ölümüne sebep olan kadının cehenneme gittiğini; susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe kuyudan su çıkarıp verdiği için günahkar bir hanımın cennete girdiğini Hz. Peygamber duyurdu. O şefkat odağı büyük Peygamber, hicretin sekizinci yılı Mekke fethine giderken Arç vadisinde, yolun kenarında yeni doğmuş yavrularını emziren bir köpek gördü. Derhal Cuayl b. Suraka adlı sahabiyi çağırıp köpeğin ve yavrularının rahatsız edilmemesini sağlamak üzere ordu geçinceye kadar orada nöbet tutmasını emretti. (10)

Vefatı kendisine haber verilmemiş olan mescid temizlikçisinin kabrine kadar gidip  ona dua eden Peygamberimiz, imamlara, cemaatleri arasında hasta, ihtiyaç sahibi ve yaşlılar bulunabileceğini hatırlattı. Muhayyer bırakıldığı konularda daima kolay olanı tercih ederek ümmetinin hareketlerinde de bu merhametten izler bulunması gereğine işaret etti. Gösterdiği kolaylık ve tanıdığı ruhsattan hangi sebeple olursa olsun çekinenleri ve uzak durmak isteyenleri, kendisinin, Allah’ı herkesten daha iyi bildiğini ve Allah’a karşı herkesten fazla haşyet duyduğunu hatırlatarak çok ciddi şekilde uyardı (11).

Tabii çevre O’nun müşfik elleri ve etkili tavsiyeleri sonucu yeşile kavuştu. Yollardan eziyet amillerinin kaldırılması, durgun sulara, gölgeliklere pislenmemesi, kıyamet kopuyorken bile eldeki fidanın dikilmesi, harpte dahi gereksiz yere ağaçların kesilmemesi, ekinlerin yakılmaması hep O’nun ısrarlı tavsiyeleriydi. Mekke ve Medine’de harem bölgesi ilan edilmesi, buraların her şeyiyle özel statüye tabi tutulması, şehircilik ve çevrecilik bakımından fevkalade önemli tedbirlerdi. Hacıların ihramda bulundukları süre içinde Harem bölgesinde hiçbir canlıyı öldürmemesi, otunu-ağacını koparıp kesmemesi herhalde “çevreye zarar vermeme” fikrini, çevre korumacılığını ibadetleştirmek ve tüm İslam ülkelerine bu fikrin yayılmasını sağlamaktır. Çevre de merhamet-i Muhammediyye’den nasibini böylesine almıştı.

Küçükler sevgi ve şefkate, büyükler saygı ve hürmete muhatap oldu: “Büyüklerimize saygı, küçüklerimize şefkat göstermeyen bizden değildir.” (12) beyanı, beşeri ilişkilerde üstün bir seviye ve sadelik gerçekleştirdi. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” O’nun ilke olarak belirlediği şefkat teşvikiydi. Kendisi, Müslümanlara güç geleceği, onları uzun vadede sıkıntıya sokabileceği endişesiyle (“levlâ en eşukka alâa ümmetî”-ümmetime zor gelmeseydi…- diyerek) bazı tavsiyelerde bulunmaktan vazgeçtiğini bildirmişti (13).

Hudeybiye Barışında ağır şartları imzalayan, bu sebeple de çevresindekilerin itirazlarına uğrayan merhamet-i Muhammediyye, iki yıl sonraki Mekke Fethi’nde genel af ilan edip, ölüme razı Mekkelileri bağışladı. Hem de herkesi hayran bırakacak şekilde…

O, hatasını anlayıp pişman olan ve tevbe eden herkesin tevbesini kabul etmiş, asla geçmişini başına kakmamış, insanların arınmasını ve düzelmesini kolaylaştırmıştır. Böylece O, hem tevbe Peygamberi olmanın gereklerini yerine getirmiş, hem de şefkatin, affı da gerektirdiğini göstermiştir.

Rahmet ve Savaş Peygamberi

Harp hali dışında kimseye bir fiske bile vurmamış ve hemen hemen hiçbir Müslümana beddua ve lanet etmemiş olan Hz. Peygamber, bu tavrın dışına taşıp bir Müslümana inkisarda bulunduğunda bunu o Müslüman için bağışlanma sebebi kılmasını Allah’tan dilemiştir (14). O (sav) sadece Müslümanları pusuya düşürerek öldüren düşmanlara lanet etmiştir. Merhamet-i Muhammediyye, halkı irşada giderken haince şehid edilen Müslümanlardan yana tavır almış, onlara bu haksızlığı yapanları lanetle karşılamıştır. Bu da oldukça tabiidir… çünkü O, harpte bile öldürmeyi değil, gönülleri İslam ile diriltmeyi dikkate alan müşfik ve fakat tedbirli bir komutandır. O’nun “Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim.”(15) beyanı bunu tescil etmektedir. Çağdaş araştırmacı sayın Prof. Dr. M. Hamidullah’ın tesbitine göre on yıllık cihad süresinde yaklaşık iki milyon kilometrekare toprağı, toplam 250 düşman askerinin ve 150 kadar Müslüman şehidin hayatına bedel olarak İslam’a açmıştır. Bu, harbin merhamet-i Muhammediyye sayesinde imha vasıtası olmaktan çıkması demektir. Kadınlara, çocuklara, muharip olmayan sivil halka, mabetlere ve din adamlarına dokunmamayı, çevreyi yakıp yıkmamayı, bir kişinin hidayetine vesile olmanın, dünyalara sahip olmaktan daha hayırlı olduğunu (16), yani fütûhu’l-kulûb’un fütûhu’l-buldan’dan önce geldiğini hep O öğretmiştir. Esirlere insanca muameleyi, anne ile yavrusunu -esir bile olsalar- ayırmamayı O emretmiştir. İnsanlar, organları kesilmek suretiyle öldürülmekten (müsle), işkence edilmekten, kız çocukları diri diri toprağa gömülmekten O’nun irşadlarıyla kurtulmuştur.

O’nun “Savaş Peygamberi” oluşu “Rahmet Peygamberi” vasfına asla ters düşmemiştir. Zira O, savaşı da rahmet eylemi haline getirmiş, ilay-ı kelimetullah için son bir çağrı vesilesi ve uygulaması şekline dönüştürmüştür. İslam olma davetini kabul etmeyen ve Müslümanlara silah çekenlere karşı savaş yapmıştır. İman ettiğini söyleyenlerin hangi hal ve şartta olursa olsun öldürülmemelerini ilke haline getirmiştir. Cihadı bir kahramanlık gösterisi veya çapul, güncel ifadesiyle sömürü vasıtası olmaktan çıkarmış, insanların hakkı görebilmeleri ve kabullenmeleri için son çare olarak uygulamıştır. Bu, tedavide cerrahi müdahalenin son çare olarak kullanılması gibi pek tabii ve hatta zaruri bir tavırdır. Bir başka ifadeyle, İslam’da silahlı mücadele tıptaki cerrahi müdahale konumundadır. Bu sebeple de cihad bir rahmet ve şefkat ilkesi ve uygulamasıdır. Hem savaş hem de barış anlamına gelen “melhame” kelimesinden hareket ederek (17) Hz. Peygamber’in “ene nebiyyu’r-rahme ve ene nebiyyü’l-melhame” ifadesini “Ben rahmet peygamberiyim, ben salah ve barış peygamberiyim” diye anlamak ve yorumlamak da mümkündür. Nitekim Mekke fethine giderken son resmî geçit esnasında Ensar’ın komutanı Sa’d b. Ubade, Ebû Süfyan’a duyuracak şekilde “Bugün büyük savaş günüdür” diye bağırmıştı. Ebû Süfyan’ın şikayeti üzerine Hz. Peygamber ” Bugün Allah’ın, Kâbe’nin şanını yücelteceği bir gündür. Bugün merhamet günüdür…” (18) diyerek Sa’d b. Ubade’nin sözlerini düzeltmiş ve fetih gününü merhamet günü olarak ilan etmiştir.

Bu beyan ve arkasından, Kâbe’yi putlardan temizlediği halde, kendisini sekiz yıl önce Mekke’den hicrete mecbur eden Kureyşliler için ilan ettiği genel af, Hz. Peygamber’in ne anlamda ve nasıl bir savaş ya da barış Peygamberi olduğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber, Allah’ın birliği inancının inananlara kazandırdığı yepyeni bakış açısıyla, hukuk bakımından herkesin aynı ve eşit olduğunu, kimilerinin doğuştan haklı, kimilerinin de doğuştan haksız olmadığını, bitki, hayvan, tabii çevre gibi insanla alakalı diğer yaratıkların da belli haklara sahip ve şefkatle muameleye layık olduklarını hem ilan etmiş hem de fiilen göstermiştir.

O, hatasını anlayıp pişman olan ve tevbe eden herkesin tevbesini kabul etmiş, asla geçmişini başına kakmamış, insanların arınmasını ve düzelmesini kolaylaştırmıştır. Böylece O, hem tevbe Peygamberi olmanın gereklerini yerine getirmiş, hem de şefkatin, affı da gerektirdiğini göstermiştir.
Din ve İnanç Hürriyeti

Yahudi cenazesi bile Hz. Peygamber’den, “O da bir insan değil mi?” (19) diye ihtiram görmüş, İslam hakimiyetini kabul edenler hem kendi din ve inançlarında yaşamaya devam etmiş hem de verdikleri cizye karşılığı olarak korunmalarını temin etmişlerdir. Çünkü O, kimseyi zorla Müslüman yapmayı düşünmemiştir.

Güven Ortamı İhtiyacı

İslam’a özgürlük ve güven ortamı gerektir. Kalp ve kafalara nüfuz edebilmek için bu ortama ihtiyaç vardır. Bu sebeple terör odakları (kişi ve kurum olarak) Hz. Peygamber’in insanlığa şefkatinin gereği olarak ortadan kaldırılmıştır. İslam yurduna ve Müslümanlara karşı kuvvet toplayan, provakasyon düzenlemeye kalkan kişilerin, özel görevlilerce daha başlangıçta etkisiz hale getirilmesi ve Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Mescid-i Dırar olayı (20) bu uygulamanın en çarpıcı örneklerini teşkil eder. Bilindiği gibi Medine’de münafıkların Müslümanlar aleyhinde kullanmak üzere yaptıkları bir mescid vardı. Aynı zamanda gizli silah deposu olan bu mescid, Kur’ân-ı Kerim’de Dırar Mescidi diye nitelendirilmiştir. Bu mescid, tebük seferinden dönüşte gelen vahiy üzerine Hz. Peygamber tarafından yaktırılıp yıktırılmıştır. Bu yıkım, ilahî rahmetin ve mehamet-i Muhammediyye’nin, İslam’a ait temel bir müessesenin Müslümanlar aleyhine kullanılmasına, istismar edilmesine ümmete yönelik şefkatinin gereği olarak göz yummadığını göstermektedir.

Üst Kimlik İnşası

O’nun şefkatinde kimlik inkarı yoktur. Aksine üst kimlik inşası vardır. Medine sözleşmesinde, sözleşmeye taraf olan Arap kabilelerinin her biri tek tek sayılmıştır. Yahudi ve Hıristiyanların kimlikleri ve dinlerinin emirleri istikametinde hayatlarını sürdürmeleri imkanı getirilmiştir.

Kişinin milletini sevmesini değil, haksızlığına rağmen milletine yan çıkmasını, destek vermesini kavmiyetçilik (asabiye) olarak tanımlıyordu (21).

O’nun “Savaş Peygamberi” oluşu “Rahmet Peygamberi” vasfına asla ters düşmemiştir. Zira O, savaşı da rahmet eylemi haline getirmiş, ilay-ı kelimetullah için son bir çağrı vesilesi ve uygulaması şekline dönüştürmüştür. İslam olma davetini kabul etmeyen ve Müslümanlara silah çekenlere karşı savaş yapmıştır.

Evrensel Şefkat Belgesi

Hz. Peygamber tarafından engin bir merhamet ve şefkatle yürütülen yirmi üç yıllık tevhid mücadelesi Veda Hutbesi yani evrensel şefkat belgesiyle taçlanmıştı. Merhamet-i Muhammediyye Veda Hutbesi’nde asırları kucaklayan bir gerçekliğe ve sıcaklığa ulaştı.

Amcası Hamza’yı şehid eden Vahşi’yi, ciğerlerini ağzına alıp çiğneyen Hind’i bağışlayan merhamet-i Muhammediyye, Veda Hutbesi’nde bütün kan davalarının kaldırıldığını ilan ederken, geride bu ilanı delillendiren uygulamalara sahip olmanın rahatlığı ve haklılığı içindedir.

Veda Hutbesi, Peygamber’in temsil ettiği rahmet-i ilahiyye’nin evrensel planda son belgesidir. O’nu duyanların orada bulunmayanlara duyurmaları en mukaddes görevleridir. Zira merhamet-i Muhammediyye kıyamete dek tüm dünyalılara yöneliktir. Çünkü Hz. Muhammed evrensel rahmettir. O’na kim tabi olursa hidayet ve mutluluğa erer, kim de O’nun önderliğini reddederse tam bir mahrumiyete düşer.

About admin

Check Also

Hz. Peygamber’in Kulluğu

Namaz fiillerinde, Allah Rasûlü’nün, örnek alınması farzdır, şöyle ki: Kur’ân-ı Kerim’de namaz kılmak emredilir, fakat …